Türkiye şimdi sağa sola saldırıp, Suriye’den Libya’ya, oradan G.Kürdistan ve Irak topraklarına kadar işgal ve ilhak amacıyla savaş açıyor ya, herkesin dilinde bir “alt emperyalizm” kavramı dolanıp durmaya başladı.
Türkiye’nin “himmete muhtaç bir dede” olduğunu, emperyalist ekonomilerin yanından bile geçemeyecek durumda olduğunu bildikleri için, bu kavram sahiplerine göre, “tamam Türkiye bildiğimiz, Lenin’in tanımladığı anlamda bir emperyalist devlet değil ama, işte onların bir tık altı ‘alt emperyalist’ devlettir.”
Her ne demekse!
Önce şu gerçeğin altını çizelim: Bu kavram, yeni ortaya atılıyor değil. 80’li yılların ortalarında, yani nereden bakılsa otuzbeş yıllık bir geçmişi var. Kaynağını bilenler, bilerek geçiştiriyor, bilmeyenler cehaletten anmıyor.
Bizi fazla ilgilendirmeyen bu meseleyi geçiyoruz.
“Alt Empeyalist” demek kavramlaştırmaktır. Kavramlar bir soyutlamadır. Olgu ve olaylara ilişkin araştırmayla, incelemeyle elde edilen ortak sonuçların, özelliklerinin genelleştirilmesiyle ulaşılan bir soyutlamadır.
Oysa biliyoruz, “Alt Emperyalizm” kavramını ilk ortaya atan kişi dahil, hiç kimse bu konuda bir ekonomik tahlil, kavramın ekonomik özünü ortaya koyacak bir inceleme, veri araştırması vb vb ortaya koymuş değil.
Kavramı ortaya atar ve kullanırlarken dayandıkları tek argüman, Türkiye’nin saldırganlığı, askeri müdahaleleri, savaş çığırtkanlığıdır. Görüntü gerçekten böyle. Ama görüntü, dış görünüş bizi her zaman gerçeğe götürseydi, bilim diye bir şeye gerek kalmazdı.
Leninist düşünceye göre her savaşın ayrı ayrı somut değerlendirmesinin yapılması gerekir. Oysa, bu adamlar her savaşı somut bir tahlilden geçirmek yerine, gülünç kalıplarla hareket ederek ve daha kötüsü, dinci faşist iktidarın propagandasının düşüncelerini baskı altına almasına izin vererek bu saçma sonuçlara ulaşıyorlar.
Böylece, gerçekte bir taşerondan başka işlevi olmayan, emperyalist sisteme mali, ekonomik, askeri, diplomasi yönünden bağımlı bir devlet, Türkiye, “alt emperyalist” oluveriyor.
Yeni değil, 1950’li yılların başından beri Türkiye, kendi askerini NATO ve dolayısıyla ABD adına ve çıkarına savaşmak için dünyanın her yerine gönderiyor. Kore savaşı bir ilkti. ABD, bu savaşa sadece kendi askeri yerine Türk askeri savaşsın ve birileri ölecekse kendi askeri değil, başka devletlerin askeri ölsün diye Türkiye’yi Kore’ye kadar taşımıştı.
Ama ABD’nin bakışı bununla sınırlı değildi. Zamanın ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, şu veciz hesapla durumu özetliyordu:
“NATO’nun en ucuz askeri Türk askeridir; maliyeti 25 sent”
NATO ve ABD’nin bu yaklaşımı, öz itibariyle, her zaman varlığını korumuştur. ABD’nin Türkiye’yi Afganistan’ı işgal savaşına katması bu yaklaşımın sonucudur. Hem maliyet ucuz hem de ABD askeri ölmüyor.
Kore savaşından uzun on yıllar sonra, şu bilinen asalak George Soros Türkiye’ye geliyor, Sabancı Üniversitesinde bir konuşma yapıyor ve bir dinleyicinin Arjantin ile Türkiye’yi karşılaştırmasını istemesi üzerine şu yanıtı veriyor:
“Türkiye’nin Arjantin’den tek farkı stratejik pozisyonudur. Bu stratejik pozisyonuna bağlı olarak, Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü de ordudur.”
Her şey karşılıklıdır. Ama karşılılık eşit, dengeli değil, kepçe-kaşık ilişkisi gibidir. ABD emperyalizmi Türkiye’yi kendi hesabına düşük maliyetle savaştırır ve kendi askerinin yaşamını mümkün olduğunca korurken “ihracat ürünü bedeli” olarak, Türkiye tekelci kapitalist düzenini “iç ve dış tehlikelere” karşı, elden geldiğince koruyor.
Türkiye tekelci sermayesi, düzenin güvenliğini her zaman NATO-ABD kollarında aramıştır. Dinci faşist iktidarın başı, 1950’li yılların başından beri varolan bu gerçeği, bir kez daha şu sözlerle itiraf etmişti:
“60 yılı aşkın NATO üyeliğimizi güvenlik politikamızın ana sütunu olarak görüyoruz.”
Türkiye’nin saldırganlığını, savaş çığırtkanlığını, toprak işgal ve ilhak heveslerini, bu devletin ABD ve NATO ile ilişkileri hesaba katılmadan, bu ilişkiler, değerlendirmenin tam ortasına oturtulmadan anlaşılamaz.
Daha önce de belirttik: Türkiye’nin sınırları aynı zamanda NATO ve ABD’nin de sınırlarıdır. Onun için, genel olarak, ABD ve NATO, Türkiye’nin ne Suriye topraklarına girmesine, ne Rojava topraklarını işgal etmesine, ilhak hazırlıkları yapmasına ve ne de G.Kürdistan topraklarına girmesine itiraz etmiştir. Çünkü Türkiye o topraklara kendisiyle birlikte, ama kendisinden çok NATO ve ABD’nin çıkarları için girmiştir. Bir taşeron, bir ileri karakol olarak. Çavuşoğlu’nun sözleriyle söylersek:
“Herkes şunun farkında aslında, bir sürü eleştiri getirseler de sonuçta NATO toplantısına girildiği zaman Türkiye'nin kendi güvenliği için aldığı tedbirlerin, aynı zamanda NATO'nun güvenliği için alınmış bir tedbir olduğunun herkes farkında.”
Aynı özü CB İletişim Bakanı Fahrettin Altun şu sözlerle ifade etmiştir:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin kazanımlarını korumak ve tarihin tekerrür etmemesini sağlamak bizim çıkarımızadır.”
Bu sözlerde eksik olan NATO sözcüğüdür. Eklememizin bir sakıncası yok, Fahrettin Altun da itiraz etmez zaten.
Buradan Libya’ya geliyoruz ve Türkiye’nin Libya’da kimin çıkarlarını koruduğunu daha iyi anlayabiliyoruz. Balkanlarda, Kosova’da Bosna-Hersek’te, Afganistan’da ve daha pek çok yerde yaptıkları gibi.
Yine buradan, Türkiye’nin kendisinden iki bin km uzaklıktaki Libya’ya sefere çıkarken kime güvendiğini, kimle iş tuttuğunu anlayabiliyoruz.
ABD emperyalizmi, bir süredir öne çıkmadan, başkalarını kendi hesabına savaştırma politikası izliyor ve bu politika bağlamında örneğin Suriye’den asker çekerken doğacak boşluğu Türk ordusuyla dolduruyor. Bingazi’de 2012 Büyükelçisi Chris Stevens ve üç elçilik çalışanının linç edilerek öldürülmesinden sonra arka plana çekilen ABD, o gün bu gündür ön plana çıkmıyor.
Onun yerine Türkiye öne çıkıyor ve F.Altun’un sözleriyle söyleyecek olursak, “ABD’nin kazanımlarını korumaya” çalışıyorlar.
Türkiye’den “alt” ya da “üst” emperyalist değil, olsa olsa sadık bir taşeron olur.