Burjuva devlette, hele de faşist bir devlette, burjuva da olsa hukukun bir “şey” olduğunu zanneden her darkafalının düşmekten kaçınamadığı hataya düşen Hatay Baro Başkanı, İskenderun ilçesinde, şak diye restoranta girip, kendi deyimleriyle arama tarama yapan, polise soruyor: “Sen kimsin”.
Polis, yüksek eğitiminden ya da zekasından değil, yaptığı işin kendisine kazandırdığı bilinç sayesinde, hiç bir üniversitede okutulmayan bir ders veriyor: “Ben devletim!”
Tek cümlelik bir ders. Devlet üzerine belki de binlerce kitap okuyan sosyal reformistlerin ve oportünistlerin bir türlü öğrenemedikleri, kavrayamadıkları bir ders.
Muhtemelen ilkokul, İmam Hatip ya da dengi bir okuldan mezun polis, “Benim arkamda Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar var, senin arkanda kim var” diye sorsaydı Baro Başkanı ne derdi kim bilir!
Devlet nedir? Tekrar, öğrenmenin anasıdır. Bu yüzden daha önce “Bilal’in anlayacağı şekilde” anlatmış olmamıza rağmen yine de tekrar edelim: Devlet, en yalın haliyle, çeşitli dönemlerde aldığı farklı siyasal biçimleri bir kenara koyarsak, polistir, askerdir, zindandır, yargıçtır ve tabii ki tüm bunları, emekçi sınıflardan topladığı paralarla emziren vergi memurudur.
Sosyal reformistlerin ve oportünistlerin çok önem verdikleri Meclis, devlet denen aygıtta, özellikle de iç savaş süreçlerinde bir laklakhanedir, bir “hiç”tir. Sınıf bilinçli işçiler, sosyal reformistlerin, oportünistlerin, uzlaşmacıların laf kalabalıklarına bakmadan, özellikle günümüzde -çünkü günümüzde dört başı mamur bir iç savaş sürecinden geçmekteyiz- etraflarına bakarak milletvekillerinin, polis karşısından ne kadar çaresiz, korumasız ve zavallı durumda olduklarını görebilirler.
Devlet, sınıf savaşının seyrine, derinliğine, şiddetine, burjuva egemenliğin varlık koşullarına bağlı olarak, farklı dönemlerde farklı siyasal biçimler alabilir; alır da. Ancak, sınıf savaşı sertleşip derinleştikçe, iç savaşa dönüştükçe devlet en yalın haliyle, polis, asker/ordu, zindan, yargıç haliyle emekçi sınıfların, devrimin toplumsal güçlerinin karşısına çıkar.
Bir zor aygıtı, bir baskı aracı, tekelci sermayenin ekonomik tekelinin silahlı muhafızı olarak gerçek yüzünü gösterir.
Darkafalı sosyal reformistler, kendilerini çok bilmiş zanneden liberaller, uzlaşmacılar Türkiye’nin bir “polis devleti”ne dönüştürülmek istendiğini geveleyip duruyorlar. Bu adamların “polis devleti” kavramıyla gizlemek istedikleri şey, devletin faşist karakteridir.
İşkencenin, baskının, terörün, katliamların, açık infazların cisimleşmiş hali olarak “polis” devlettir. Ama devlet polis değildir; ondan çok daha fazlasıdır. Devlet, polis de dahil, çok çeşitli zor araçlarını içeren, varlık nedeni tekelci sermayenin egemenliğini korumak olan bir baskı ve zor aygıtıdır.
Bu aygıt, Türkiye’de, tekelci sermayenin en büyük, en iri kesimlerinin açık, kanlı, terörist, diktatörlüğünü uygulayan bir aygıttır. Yeni de değil, 70’li yılların başından beri devlet denen aygıtın en önemli organı olan ordu, böyle bir diktatörlüğe uygun hale getirilmiş, faşistleştirilmiştir. 12 Mart faşizmi bu ordunun eseridir. 12 Eylül de öyle. O günden bu güne devlet denen ve temel organlarını yukarda sıraladığımız aygıt dinci faşist kadrolarla doldurularak sürekli faşistleştirilmiştir.
Bu faşistleştirme işleminin bu kadar kolay ve kısa sürede gerçekleşmesinin arkasında, Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde yükselen devletin kuruluşundan itibaren siyasi gerici bir karakterde olması gibi önemli bir neden yatıyor.
Tarihi boyunca zor, şiddet, baskı, terör ve katliamları emekçi sınıfların, ezilen halkların üzerinden eksik etmemiş bir devlette sıradan bir polisin “ben devletim” demesinde; bu tarihin polis, asker, gardiyan, yargıç vb vb’lerinde “biz devletin ta kendisiyiz” bilincine yol açmış olmasında şaşılacak ne olabilir? Ya da böyle bir bilinçte yanlış olan nedir?
Sınıf savaşı, emperyalist-kapitalist sistemin yapısal, kalıcı ve yıkıcı kriziyle birlikte bütün kapitalist ülkelerde iç savaş düzeyine gelmiştir. Bu yüzden burjuvazi egemenliğini emekçi sınıfların toplumsal devriminden korunmak için her yerde baskı, şiddet, terör ve katliamlara başvuruyor.
Bu bir olgudur. Bu yüzden, örneğin ABD’de “polis devlettir”. George Floyd’u nefessiz bırakarak katleden polis ABD devletinin ta kendisidir. Almanya’da, Hollanda’da ya da Belçika’da durum farklı değildir.
Sermaye her yerde egemenliğini korumak için en kanlı, en terörist diktatörlüğe başvuruyor. Türkiye, mevcut olandan daha kanlı bir diktatörlüğe hazırlandığı için polis, tüm peçeleri yırtıp atarak gerçek kimliği ile ortaya koyuyor kendini: “Ben Devletim.”