Dağlık Karabağ sorunu, başka şeylerin yanı sıra, Ermeni halkının uğradığı katliamları, soykırımları da gündeme getirdi kaçınılmaz olarak.
Faşist devletin ve dinci faşist iktidarın D.Karabağ meselesi üzerinden Türkiye’de yaşayan Ermeni halkına karşı başlattığı ırkçı, nefret ve düşmanlık dolu söylem, sorunu bir kez daha gündeme taşıdı.
Doğrusu, Rum, Ermeni gibi ulusal topluluk halklarına karşı devletin kin ve nefreti hiç bir zaman ortadan kalkmadı. Ara sıra bu nefret, kin ve ırkçılık geri plana itilse de devletin aklında, bilinç altında, hatta kitlelere yönelik propagandasında hep varoldu.
RTE’nin “affedersiniz Ermeni” sözü devletin, gericisiyle, faşistiyle tüm burjuva iktidarların ulusal topluluk halklarına ve ezilen ulus olarak Kürtlere yaklaşımını özetliyordu. Buna, dini inançlarından dolayı Alevilere yönelik nefreti de eklemek lazım.
Osmanlı’nın katliamcı, soykırımcı mirasını olduğu gibi devralan yeni devlet, henüz ana rahmindeyken, cinayet ve katliamlara başlamıştı. Mustafa Suphi ve on beş yoldaşının Karadeniz’de boğdurularak katledilmesi, yeni devletin anti-komünist temeller üzerinde yükseldiğinin ilk işareti olarak kabul edilebilir.
Osmanlı’nın Ermeni soykırımının mimarlarından olan İttihat ve Terrakkicilerin yetiştirmesi olan yeni devletin kurucuları, kendilerini yetiştirenlerin katliamcı izinden gittiler. Yeni devletin kuruluşunun mürekkebi kurumadan, işe 1925 Şeyh Sait isyanı bahanesiyle gerçekleştirilen Kürt katliamıyla başladı.
Arkası geldi. 20’li ve 30’lu yıllar, genç devletin Kürt katliamlarıyla geçti. İhsan Sabri Çağlayangil, Süleyman Demirel’in sağ kolu, uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı, 12 Eylül askeri faşist darbesinin hemen öncesinde Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı yapmış bu zat, faşist devletin bu kadim adamı, 1938 Dersim katliamı ile ilgili kelimesi kelimesine şunları söylüyor:
“Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler, mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içerisinden bunları fare gibi zehirledi. Ve yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir harekât oldu.”
Bu birinci dereceden “tanık”ın sözleri, genç cumhuriyetin katliamcı, vahşi karakteri hakkında hiç bir yoruma gerek bırakmıyor.
Genç Türk devletinin ezilen ulus ve ulusal topluluk halklarına, farklı dini inançlara sahip kitlelere bakışını, söz konusu dönemde Bakanlık yapmış Mahmud Esad Bozkurt’un şu sözleri aslında tüm yönleriyle özetliyor:
“Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” (Mahmud Esad Bozkurt, Ödemiş ilçesinde yaptığı konuşmadan)
Anti-komünizm ve ırkçılık, (bugün kimi sosyal reformistlerin “sosyalizm” adına utanmadan sahip çıktıkları bu şoven ırkçı geçmiş) gerici burjuva devletin ideolojik çizgisi olagelmiştir. 1942 “Varlık Vergisi” terörünü ve 1945 “Tan Gazetesi” talanını bir kenara bırakırsak, sırasıyla, Ermeni ve Kürt katliamlarından sonra sıra Rum halkın tehcir/göç ettirilmesine ve maddi varlıklarına el konulmasına gelmiştir.
1955 6-7 Eylül talan ve vahşeti budur. Bu tarihte, “Kıbrıs Türkleri” bahane edilerek Türkiye’deki Rum halkı, bizzat devletin emniyeti, istihbaratı, gizli örgütleri tarafından gerici güruhlara hedef gösterilmiştir. Burada baş aktörlerden biri, Hürriyet gazetesi idi. Kısaca, İzmit, Adapazarı, Sivas, Trabzon, Kastamonu, Erzincan gibi illerden, bizzat devlet tarafından günler öncesinden getirilip yerleştirildiği belli olan yağmacı güruh İstanbul’da öncelikle Rum halkının, onlarla birlikte Ermeni, Yahudi halkın ev ve işyerlerine, dinî kurumlarına yönelik kusursuz bir yağma olayı başlattılar. Maddi servet, devletin örgütlediği yağma ve talanla el değiştiriyor; onunla birlikte İstanbul’un nüfus yapısı da değiştiriliyordu.
Katliamlarla dolu tarih zincirinin aradaki halkalarını burada ele almaya gerek yok. Ancak, bugünlerde, faşist devletin, Ermenistan-Azerbaycan arasındaki çatışma ve gerginlikleri kullanarak Ermeni halkına karşı düşmanlığı körüklemek için yeniden harekete geçtiğini görüyoruz. Ermeni yurttaşlar, kendilerini güvende hissetmediklerini, korktuklarını açıkça ifade etmeye başladılar. Kimisi malını mülkünü bırakıp göç etmeye başladı bile.
“Affedersiniz Ermeni” bir sürçü lisan değil, faşist devletin bilinçaltının, tarihten süzülüp gelen ulusal topluluk halklarına düşmanlığının dışa vurumudur. Faşist devletin kadroları, bir an için kontrollerini yitirip kendilerini konuşmanın akışına kaptırdıklarında arka planda, bastırılmış bu bilinç ve ruh hali böyle açığa çıkıyor.
Türkiye bir ezilen halklar hapishanesidir. Faşist devleti ve tekelci sermaye egemenliğini ayakta tutan direklerden birisi işte bu “hapishane”dir. Halkların özgürleşmesi bu hapishanenin yıkılmasına; faşist devletle birlikte tekelci sermaye egemenliğinin yıkılmasına bağlıdır.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ezilen ulus ve halkların temel istemidir.