Dinci faşist iktidarın içerde ve dışarda sürdürdüğü politikaları bütünlüklü biçimde ele alma yeteneği gösteremeyenler, körün fili tarif etmesine benzer şekilde, konunun şu ya da bu tarafını ele alıyor, o tek yön üzerinden açıklamaya çalışıyorlar.
Bütünlük olmayınca, doğal olarak gerçeğin kendisine ulaşılamıyor. Bu tür açıklamalarla gerçeğin kendisini değil sadece bir yönünü açıklamış oluyorlar.
Örneğin, kimisi, dinci faşist iktidarın dış saldırganlığını “yeni Osmanlıcılık” heves ve hayallerine; kimisi, “milli misak” sınırlarına ulaşma hırsıyla, kimisi Türkiye’ye “alt emperyalist” kategorisi uydurup bu “emperyalist” amaçlarla açıklamaya çalışıyor.
Oysa sorun, tüm yönleri ve gerçek içeriği ile ancak sınıf savaşımı, savaşımın geldiği aşama, aldığı biçimler, devrimin gelişimi temel alınarak açıklanabilir. Faşizm, hep işaret ettiğimiz gibi, içeride ve dışarıda sınırsız bir saldırganlıktır. Ama faşizm ve onun tüm saldırganlığı ancak sınıf savaşının, işçi sınıfı ve emekçilerle egemen sınıf olarak tekelci sermaye sınıfı arasındaki savaşımın düzeyi ile açıklanabilir.
Faşizm, tekelci sermayenin keyfi tercihinden değil, bir karşı-devrim önlemi olarak gündeme getirilir. Devrimin gelişimi, sınıf savaşının şiddetlenmesi ve iç savaş boyutlarına varması tekelci sermaye sınıfını kanlı bir diktatörlüğe başvurmak zorunda bırakır.
İç savaşı kazanarak egemenliğini sürdürmek isteyen tekelci sermaye sınıfı, dış saldırganlığa da başvurur. Bu olguya defalarca işaret ettik. Bu dış saldırganlık, emperyalizmle doğrudan ilişki içinde yürütülür.
Coldefy adında, halen hayatta olan bir Fransız emekli Amiral, yakın zamanda France İnfo TV’de Türkiye’ye ilişkin değerlendirmesinde şu tespiti yapıyor:
“Zorluk çeken diktatörler, kendi halkına karşı döner ve halkını çevrelerinde birleştirmek için maceralara atılır. Türkiye Cumhurbaşkanı'nın yaptığı bu.”
Burjuvaların her şeyi kişilerle, kişilerin ihtiras ve hayalleriyle açıklama yöntemini bir kenara bırakırsak, tekelci sermaye sınıfının dinci faşist iktidar üzerinden ne yaptığını/yapmaya çalıştığını görmüş oluruz. Tekelci sermaye sınıfı, halkı şovenizmle zehirleyerek dinci faşist iktidarın etrafında, karşı devrim saflarında birleştirmek için dışarda “maceralara” atılıyor.
Peki, emperyalist devletler bu “macera” sürecinin neresinde? Türkiye’ye ve dinci faşist iktidara, hele de vasat biri olmak dışında hiç bir özelliği olmayan dinci faşist iktidarın başına olmadık güç ve yetenek vehmeden liberallerin, uzlaşmacıların, sosyal reformistlerin çözemediği, -belki de ilgilenmedikleri, akıllarına getirmedikleri demek daha doğru olur- soru budur.
Baştan ve kestirmeden söyleyelim: Emperyalist devletler, özellikle de ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere bu işin tam ortasındalar. Emperyalist devletler soruna bir başka açıdan, proleter ve sosyalizm yönelimli halk devrimlerini önleme açısından bakıyorlar. Çünkü insanlık tarihinin, kapitalizmden komünizme sıçramalı geçiş aşamasına, bir “yeni evre”ye girdiğini görüyorlar ve mümkün olan her yerde karşı-devrim merkezlerini korumaya, güçlendirmeye çalışıyorlar. Türkiye, İsrail’le birlikte Ortadoğu’da ve belki de dünyada etkili bu karşı devrim merkezlerinden biridir.
Tam da bu nedenle, Türkiye’yi, dinci faşist iktidarı koruyup kolluyorlar. Irak’ta, ABD ve BM’in insiyatifiyle G.Kürdistan-Irak yönetimi arasında yapılan Şengal Anlaşması son örnektir. Rojava topraklarının Türkiye’nin işgaline ABD yeşil ışığıyla açılması bir başka örnektir. Kürdistan Devriminin tasfiyesi planlarında dinci faşist iktidarın arkasında durmaları ve tüm güçleriyle desteklemeleri bir diğer örnektir.
Böyle olmasaydı ne olurdu? D.Akdeniz’de, Libya’da Fransa’ya kafa tutar gibi yaparak içerde şovenizmi körüklemeye çalışan dinci faşist iktidarı ve Türkiye’yi kastederek, aynı emekli Amiral şunları söylüyor:
“Sadece bir bilgi vermek istiyorum. Bir nükleer güce bu şekilde saldırılmaz. Vatandaşlarımızın belki bilmediği bir rakam var: Eğer Cumhurbaşkanı atom bombası kullanmaya karar verirse, Türkiye'nin başına 800 Hiroşima düşmesi demektir. Bu aptalcadır. Söz konusu olan sözlü mızrak dövüşüdür. Filmin sonunda, ki ABD ve Rusya'nın tutumuna bağlıdır, başta da Amerika'nın tutumuna bağlıdır, Erdoğan kendi topraklarına geri dönecek.”
Evet yanlış okumuyoruz! Türkiye’nin Fransa’yla gerçek bir savaşa tutuşması için başına sekiz yüz Hiroşima’nın düşmesini göze alması gerekir. Onun için, Macron’la Erdoğan arasındaki sözlü dalaşmalar için emekli Amiral “Sözkonusu olan sözlü mızrak dövüşüdür” benzetmesi yapıyor.
Tüm bunlardan bir şey anlamayıp hala dinci faşist iktidara ve faşist devlete olmadık güç ve yetenek vehmedenler şunu sormayı da akıl edemiyorlar: Venezüela, Belarus gibi devletlere karşı en aşağılık ve boğucu yaptırımları uygulayan; Navalny gibi bir sahtekar için yeri göğü birbirine katan, bu sahtekar için Rusya’ya yaptırım planlayan emperyalistler, örneğin AB, nasıl oluyor da Yunanistan’ı ve Fransa’yı savaşla “tehdit eden” Türkiye’ye yaptırım uygulamaya bir türlü yanaşmıyorlar? Biliyoruz, son AB ülkeleri toplantısında Türkiye’ye yaptırım konusu bir kez daha ertelendi. Özellikle de Merkel/Almanya’nın girişimleriyle.
Filmin sonunda Türkiye kendi topraklarına döner mi? Elbette bu ABD ve Rusya’nın tutumuna ama özellikle de ABD’nin tutumuna bağlıdır. Ancak şu hayati nokta unutulmamalı: Türk ordusunun ayak bastığı her karış toprak aynı zamanda NATO’nun varlığını ifade eder. Örneğin, Rojava topraklarında dalgalanan Türk Bayrağı’nın yanında, görünmeyen bir NATO/ABD bayrağı da var.
Öyle olmasa, o sülük suratlı James Jeffrey, Türkiye’nin işgal edeceği Rojava topraklarını gösteren haritayı dokuz ay boyunca cebinde neden taşısın?