Bir fotoğraf karesi ne çok şey anlatmaya kadir!
90’lı yılların o iç savaşın en şiddetli dönemlerinden birinin yaşandığı, açık infazların, gözaltında katletmelerin, işkencelerin, katliamların, devletin insanları tuzağa düşürerek öldürdüğü yılların tümünü özetleyen bir fotoğraf karesi. Mehmet Ağar, Korkut Eken, Engin Alan ve mafya başı Alaattin Çakıcı. Susurluk olarak da bilinen sürecin baş aktörleri.
Faşist devlet, dinci faşist iktidar şimdi bunları buluşturuyor, bir araya getiriyor. Bu buluşmaya bir rastlantı ya da “hasret giderme” amaçlı bakılamaz. Burada kilit isim şüphesiz Ağar nam katildir. 90’lı yıllarda bin operasyon yapmakla övünüyordu. Ama devlet, “bağırsaklarını temizleme”ye karar verip onu harcayınca “ödülüm bu mu olacaktı” diye ağlaşmıştı.
Fakat, Ağar’ın önemi buradan gelmiyor. Onun önemi, kamuya pek yansımayan bir görevinden geliyor. Ağar, halen dinci faşist iktidarın hükümet sarayında danışman olarak görev yapıyor. Dolayısıyla, gerçek içişleri bakanının Ağar olduğunu ileri sürmekte hiç bir sakınca ve yanılma ihtimali yok.
İşte devletin bu görevli adamı, Devlet Bahçeli’nin ısrar ve talimatıyla cezaevinden çıkarılan Alaattin Çakıcı’yı, 90’lı yılların özellikle Kürdistan’da “faili meçhul” cinayetlerinin adamı Korkut Eken’i ve Engin Alan’ı Bodrum Yalıkavak Marinasında bir araya getirmiş. Sadece bilgi olarak geçerken söylemiş olalım: Bu Marina, Mehmet Ağar’ın Azeri bir mafya adamından, “üstüne çökerek” aldığı; Avrupa’nın en büyük ve modern marinalarından biri. Ama işin bu yanını şimdilik bir kenara bırakıyoruz.
Bu fotoğraf, dinci faşist iktidarın geleceğe ilişkin nasıl bir politika izleyeceğinin ya da izlemeyi planladığının güçlü ipuçlarını veriyor. Aynı fotoğraf, Bahçeli’nin Çakıcı’yı ısrarla cezaevinden çıkarmak istemesinin nedenini de açıklıyor. Söz konusu olan “ahde vefa” değil, daha kanlı günlere hazırlıkmış.
Daha önce de ısrarla altını çizdik ki, dinci faşist iktidar, emekçi sınıfları, Kürt halkını, yoksul kitleleri faşist devlet terörünün yaratacağı korkuyla sindirmeye, denetim altına almaya çalışıyor. Bu güne kadar bunu istediği biçimde başaramadı. Şimdi eski elemanlardan medet umuyor. Öyle görünüyor ki, faşist devlet ve dinci faşist iktidar, fotoğraf karesindeki elemanlar gibi yeni elemanlar yetiştiremiyor. Eskileri göreve çağırıyor. Ama unuttuğu bir söz var: “Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı.”
“Beştepe”deki RTE’nin danışmanının bu buluşmayı organize etmesi devletin daha çok baskı ve teröre yöneleceğine işaret ediyor. Bu çok açık. Polis ve asker terörüyle insanların katledilmediği gün yok gibi. İşi daha da azıttılar. Artık, Arjantin, Şili faşist diktatörlüklerinden öğrendikleri helikopterden atma yöntemlerine başvurmaya başladılar. İki Kürt köylüsünün helikopterden nasıl atıldığını duymayan, bilmeyen kalmadı.
Engels, Marx’a yazdığı bir mektupta “terör”ü şöyle tanımlamış:
“Terör daha çok, korkuya kapılmış insanların, kendilerine güven tazelemek için giriştikleri süreğen, yararsız gaddarlık anlamına gelir.”
“İnsanlar” için doğru olan devletler ve sınıflar için de geçerlidir. Burjuvazi, 90’lı yıllardan beri ve sayısız katliama rağmen gelişimini ısrarla sürdüren devrim karşısında kendine güvenini kaybetmiş durumda. Kendi “eskilerini” tozlu dolaplardan çıkarıp kullanmaya hazırlanıyor.
Ama bütün yaptıkları ve yapacakları, “yararsız bir gaddarlık”tan ibaret kaldı; öyle de kalmaya devam edecek.
Bu, dayanaksız bir iddia değil. Kitleler, faşist devlet terörü karşısında ne yılıyorlar ne de geri adım atıyorlar. Halkın sesini yansıtan sokak röportajları sıradan insanların korkusuzca, zindanlara atılmayı göze alarak düşüncelerini, dinci faşist iktidara ve onun başına hakaretten de öte kavramlarla dile getirdiklerini gösteriyor. “İsterlerse beni cezaevine atsınlar” biçimindeki meydan okuma artık istisna, arada sırada duyulan bir ses olmaktan çıkmıştır.
Aydınlar, “korkmuyoruz” diye açıklama yaptılar. “Düşünen beyinler her zaman, görünmez bağlarla halk gövdesine bağlı oluyor”lar. RTE, Türk Tabipler Birliği’ni ortadan kaldıracak bir süreç başlatacaklarını ilan ediyor ve varolan yöneticilerin terör örgütleriyle ilişkili olduğunu ileri sürerek aslında ihbarda bulunuyor. TTB yöneticileri bu tehdit ve ihbar karşısında bir adım olsun geri atmıyorlar.
Ya da Ankara’ya yürüyen madencileri düşünün. Önü jandarma tarafından kesilince şöyle meydan okuyordu: “Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet gücünü bizde sınayacak öyle mi? Öyle mi alay komutanı? Burdayız biz. Yıllarca arkadaşılarımızın bedenlerinden parçalar kopartıldı o madende, şimdi bize güç göstereceksiniz ha? Ve biz o güçten korkacağız öyle mi? Vallahi de billahi de korkmuyoruz sizden.”
Biz korkmuyoruz, ama onlar korkuyorlar.
Anayasa Mahkemesi Başkanını eleştirirken ne diyordu SS?
“Madem özgür bir ülkeyiz, ana caddelerde, sokaklarda özgürce yürüyüş hakkının ortadan kaldırılmasını onayladınız. Polis Koruması almana gerek yok. Bisikletinle işe git gel bakalım. Anayasa Mahkemesi Başkanı’na söylüyorum, kendi arabamla tek başıma gitmeye ben varım, sen var mısın?”
Herkes bu sözlerin AYM Başkanına söylenmiş olmasıyla ilgilendi. Oysa ondan daha önemli bir itiraf var bu sözlerde. Birincisi özgür bir ülkede yaşamadığımız SS tarafından itiraf ediliyor. İkincisi ve şimdilik bizi ilgilendiren yanı, devletin kadrolarının halk arasına koruma ordusu olmadan çıkamayacaklardır. “Koruma olmadan işe git bakalım” demek istiyor SS. Gidemezler, korkuyorlar çünkü. “Bisikletinle işe git bakalım” derken söylenen işte budur.
Ama SS, bilerek bir noktayı es geçiyor. Bu adamın AYM Başkanı hakkında söyledikleri kendisi için de geçerli: İşe bisikletle gidecek cesareti bırakın, evinin etrafını saran koruma ordusu olmadan evinde gözüne uyku bile girmez. RTE’nin koruma ordusunun sözünü etmiyoruz daha.
Faşist devlet terörü birleşik devrimin gelişimini durduramaz. Emekçi sınıfları, Kürt halkını, yoksulları sindiremez. Sözü yine Engels’in sözleriyle bağlayalım:
“Bir halk ki, tekme-tokattan başka bir şey görmez, gerçekten toplumsal devrimi yapacak halk işte o halktır.”