Gücünü abartmak, dünyaya meydan okuduğunu göstermek, en güçlü devletlere kafa tuttuğu imajı yaratmak hatta onları dize getirdiği havası yaratmak dinci-faşizmin şovenizmi kışkırtmak için başvurduğu temel propaganda konularıdır.
RTE için “asrın lideri” ya da “dünya lideri” kavramları da bu amaçla kullanılıyor. Onu yenilmez, bileği bükülmez, emperyalist devlet liderleri dahil, dünyanın geri kalan tüm liderlerine ders veren, had bildiren biri olarak gösterme çabası da...
Bu, tüm faşist iktidarların olduğu kadar, tüm faşist partilerin de özellikle toplumun en geri yığınlarını, gençliğin serseri, lümpen kesimini, mafyayı, ipten kazıktan kurtulmuşları etkilemek için kullandıkları bir yöntemdir. Hitlerin “Führer” olduğunu biliyoruz. Türkiyeli faşistlerin babası diyebileceğimiz Alpaslan Türkeş’in “başbuğ” diye çağrıldığı malum. Şimdikine ise “reis” diye hitap ediliyor. Aynı anlama gelir; dileyen “reis” yerine “başbuğ” da diyebilir.
Bu propagandaya başlangıç tarihi belirlemek gerekirse, “one minute” çıkışını gösterebiliriz, pek yanlış olmaz. Kurgulanmış bir çıkış olduğu her halinden belliydi.
Tarihteki ve günümüzdeki faşist liderlerin hepsinin ortak özelliği, sıradan, kültürsüz, hiç bir özellik ve yetenek sahibi olmamalarıydı. Vasatlık ve cehalet hepsini kırmızı bir şerit gibi, boydan boya kesen ortak özellikti.
Tek ilkeleri ilkesizliktir bunların. Zambak saflığındaki zekaları her şeyi mubah görmelerine, her duruma ayak uydurmalarına yardım eder. Hitlerin bir birahaneden çıkıp Almanya’nın tepe noktasına tırmandığını biliyoruz. Türkeş’in 27 Mayıs 1960 darbesinin bildirisini radyodan okuyan albay olduğunu da.
Ancak seviye giderek düşüyor. Bu sözünü ettiklerimizin en azından birer kitap yazdıklarını -yazdırmış olma ihtimalleri daha yüksek ama biz kendilerinin yazdığını kabul ediyoruz- biliyoruz. Şimdiki ise, bırakalım kitap yazmayı, hayatı boyunca okuduğu kitap sayısının iki elin parmak sayısını geçmediği söyleniyor.
İşte bu propagandanın önemli bir parçası ve devamı olarak, Türkiye’nin ABD ve NATO dahil, sayısız devleti ama özellikle de Avrupalı emperyalistleri türlü biçimde tehdit ettiği; Avrupalı emperyalistlerin de bu tehditlerden korkarak Türkiye’nin isteklerine boyun eğdiği propagandası neredeyse, kesintisiz biçimde yapılıyor.
Türkiye’nin Avrupalı emperyalistleri tehdit etmediğini, edemeyeceğini sadece şu Fransız emekli generalin sözleri, akla uygun biçimde göstermeye yeter. Fransız emekli general, Akdeniz’de son aylarda yaşanan gerilimle ilgili olarak şunları söylüyor:
“Sadece bir bilgi vermek istiyorum. Bir nükleer güce bu şekilde saldırılmaz. Vatandaşlarımızın belki bilmediği bir rakam var: Eğer Cumhurbaşkanı atom bombası kullanmaya karar verirse, Türkiye'nin başına 800 Hiroşima düşmesi demektir. Bu aptalcadır. Sözkonusu olan sözlü mızrak dövüşüdür. Filmin sonunda, ki ABD ve Rusya'nın tutumuna bağlıdır, başta da Amerika'nın tutumuna bağlıdır, Erdoğan kendi topraklarına geri dönecek”
Türkiye’nin Avrupalı emperyalistleri, ABD ve NATO’yu tehdit ettiği değil ama korkuttuğu doğrudur. Peki neyle korkutuyor?
Yüzeyde gördüğüyle yetinen, biçimin örttüğü özü bulup çıkarma yeteneğinde olmayan darkafalı düşünceye, örneğin liberallere, uzlaşmacılara, sosyal reformistlere sorsanız sıralayacakları konuların başında, “Suriyeli Göçmenler” gelir. Dinci faşist iktidar, Suriyeli göçmenlere kapıları açarak hepsini Avrupa’ya göndermekle Avrupalı emperyalistleri korkutuyor.
Görünüşe göre, ABD ve NATO’yu eksen değiştirmekle, Rusya ile stratejik ittifak kurmakla tehdit ediyor. Akdeniz’de, Yunanistan’ı vurmakla; Kıbrıs ve Yunanistan’a karşı bir savaş çıkarmakla korkutuyor. NATO’nun Rusya’ya karşı plan ve tatbikatlarını engellemekle vb vb, saymakla bitmez, her gün bir yenisi çıkan benzeri olgularla korkutuyor.
Darkafalı düşüncenin, liberallerin, sosyal reformistlerin bu propagandanın etkisi altında kaldıkları, yapılan açıklamalara inandıkları açık. O kadar ki, kimileri işi, Türkiye’yi “alt-emperyalist” kavramıyla tanımlayacak kadar ileri götürdü. Görüntü ve görüntünün yarattığı etki böyle.
Oysa gerçek bambaşka. Türkiye, başta Avrupalı emperyalistler olmak üzere, ABD ve NATO’yu, esas olarak, eksen değiştirmekle, bir savaş başlatmakla, Rusya’dan hava savunma sistemleri almakla korkutmuyor. Dinci faşist iktidarın bunları yaptığı bir gerçektir ama bu sözünü ettiğimiz emperyalistlerin bunlardan korktuğu, çekindiği doğru değil. Eğer gerçek durum böyle olsaydı, emperyalistlerin sadece ambargo ya da yaptırım sözü dinci faşist iktidarın bayrakları indirmesine yeter de artardı bile. Yakın geçmişte örneğini gördük.
Gerçek şu ki, dinci faşist iktidar, tüm emperyalistleri ve NATO gibi emperyalist kuruluşları Türkiye’de bir toplumsal devrimin patlak vermesiyle; bu devletlerin Türkiye’yi bir toplumsal devrimle kaybetme riskiyle korkutuyor. Tekelci kapitalist düzenin çöküş riskiyle korkutuyor.
Bu, Türk burjuvazisinin yeni keşfettiği bir yol değil. 1950’li yılların başlarında, ABD’nin Truman doktrinine ve Marshall Planına dahil edilerek ABD’den yardım almak ve NATO’ya dahil edilmek için, hemen hemen aynı güçleri, kendisine yönelik, olmayan bir komünizm tehlikesi ve yine olmayan bir Sovyet tehdidiyle korkutmuştu.
Şimdi, ekonomik ve politik krizden çıkışta emperyalistlerden mümkün olan en fazla yardımı koparmak, emperyalist devletlerin ve emperyalist mali sermayenin Türkiye’ye dört elle sarılmasını sağlamak için aynı yönteme başvuruyor.
Bugünün 1950’lerden farkı, toplumsal devrim olasılığının gerçek bir olgu haline gelmiş olmasıdır. Yani dinci faşist iktidar boşuna korkmuyor ve emperyalist devletleri Türkiye’nin bir toplumsal devrim “kazası”na uğrama ihtimaliyle korkuturken blöf yapmıyor.
Emperyalist devletlere gelince... Onlar da, Türkiye’de bir toplumsal devrim tehlikesini görüyorlar ve tam da bu nedenle dinci faşist iktidarın elini bırakmıyorlar. Türkiye’yi çökertecek bir adım atmak istemiyoruz diye açıkça ifade de ediyorlar. Türkiye tekelci sermaye sınıfı ve dinci faşist iktidarın olduğu kadar emperyalistlerin gerçek korkusu da Türkiye’de patlak verecek bir toplumsal devrimdir.
Çünkü özellikle bu çağda yani emperyalist-kapitalist sistemin tam bir çöküş sürecinde olduğu; buna karşılık toplumsal devrimler ve ayaklanmaların her tarafı sardığı bu dönemde Türkiye’nin bir toplumsal devrim “kazası”na uğraması hepsi için bir felaket olur.
Dinci faşist iktidar, bunu biliyor ve tüm emperyalistleri bununla korkutuyor.
Boş korku değil; emekçi ve yoksul halk yığınlarının ayaklanma belirtileri her geçen gün artarak belirginleşiyor.