Zindanlarda kadın tutsakların çıplak aramaya tabi tutulmaları, tutsak bir kadının itirazı ve bunun basına yansıması sonucu, gündeme oturdu. Burada, sorunu basına yansıtan kişinin, yakın zamana kadar dinci faşist iktidarın suç ortağı olan bir yapıdan geliyor olmasının ya da olmamasının önemi yok. İşin bu yanı konumuz dışı.
Sonuçta, dinci faşist iktidar, zindana attığı hemen herkese, kadın-erkek demeden, bu “onur kırıcı” uygulamayı dayatıyor. Uygulamanın onur kırıcı özelliğini bilerek tırnak içine alıyoruz çünkü bu uygulamanın kim için onur kırıcı olduğu tartışmalıdır.
Bu zindan politikasında kim onursuz davranmış, kimin onuru kırılıyor? Bu politikaya karar verenler mi, uygulayan zindancılar mı onursuzca davranmış oluyorlar? Yoksa tutsak düşmüş, beden beden çarpışmaktan başka karşı koyma olanağı olmayan kişinin mi onuru kırılıyor; tartışılır. Fakat şimdilik konumuz bu değil.
Üzerinde durmak istediğimiz nokta, 12 Mart faşizminden başlayan, 12 Eylül faşizmiyle bir üst aşamaya getirilen, sonraki tüm hükümetler tarafından temel zindan politikasına dönüştürülen tutsakları teslim alma politikasıdır. Çıplak arama, tek tip elbise, marş söyletme, saçları sıfıra numara yapma, ayakta sayım verdirme, hazrolda bekletme vb vb sayılamayacak kadar uygulama tek bir amaca yönelik olarak uygulanmıştır: Tutsakları teslim alma.
Teslim almanın ilk koşulu, boyun eğdirmedir. Yani irade kırmadır. Faşist devlet, hükümet edenlerin ötesinde, kalıcı olan bürokrasi sayesinde, iradesi kırılan, her deneni yapmaya başlayan tutsağın pişmanlık ve itirafçılığın kıyısında gezinmeye başlayacağını tecrübelerinden biliyor. Devlet hafızası budur.
Ahmak liberallerin, uzlaşmacıların, sosyal reformistlerin zaman zaman “göreve” çağırdıkları “devlet aklı” budur. “Devlet aklı” devlet hafızasıdır. Düzeni yıkmak üzere harekete geçenlerin nasıl bastırılacağını, nasıl teslim alınacağını pratikte öğrenmiş akıldır.
Çıplak arama, anlaşıldığı gibi, dinci faşist iktidarın buluşu değil. Bu politika “devlet aklı”nın bir köşesinde daima vardı ve koşulların uygun olduğunu düşündüğünde hükümetleri bu politikayı uygulaması için harekete geçirirler. Çıplak arama faşist devletin bir politikasıdır.
12 Eylül faşizmin ilk uygulamalarından biri tek tip elbise ise, ikinci uygulama çıplak arama olmuştur. (Sıralama ters de olabilir önemi yok). Tutsaklar, -devrimci tutsaklardan söz ediyoruz- çıplak aramaya, aynı amaçla yani irade kırma amacıyla daha polis sorgusunda iken karşılaşırlar, zindanlarda devam eder.
Tutsaklar, özellikle 12 Eylül faşizminden bugüne kadar geçen uzun yıllar boyunca beden bedene çarpışarak faşizmin irade kırma, teslim alma politikasını boşa çıkarttılar. 12 Eylül faşizmi ne çıplak aramayı, ne tek tip elbiseyi ne de başka herhangi bir irade kırma, teslim alma politikasını kalıcı kılabilmiştir.
Böylece, zindanlar, birer devrimci mücadele alanına, faşizmle devrimi temsil eden tutsaklar arasında süren birer çarpışma meydanına dönüştürülmüş oldu. Türkiye ve Kürdistan'da devrim tarihi aynı zamanda “zindan savaşları” tarihidir.
Bugün, dinci faşist iktidar tarafından dayatılan çıplak arama, faşizmin bu politikasının tekrar gündeme getirilmesinden başka bir şey değil. Görüldüğü gibi, faşist devlet, hükümetler, iktidarlar vb vb. değişse de, fırsat bulduklarında ve koşulların uygun olduğunu düşündüklerinde teslim alma politikasına tekrar tekrar dönüyorlar.
Buradan çıkarılacak basit; ama basit olduğu kadar da doğru olan sonuç şudur: Devrimci güçler, faşizmin her uygulamasına, her politikasına tek tek karşı çıkarak bir arpa boyu yol alamazlar. Sosyal reformistlerin “hak ve özgürlükler” için mücadele dedikleri şeyin çıkmaz bir yol olduğunu bundan daha iyi anlatacak, gösterecek örnek az bulunur. Bugün çıplak arama uygulamasını geri püskürtsen yarın tek tip elbise uygulaması gelir; bunu püskürtsen arkasından ayakta sayım gelir ve bu böyle sürer gider.
Bu kısır döngünün önüne geçmenin, bu kısır döngüyü kırmanın yolu, sorunun kaynağına yönelmek, onu ortadan kaldıracak bir mücadele geliştirmektir. Faşist devletin yıkılmasına açılan bir kapı olarak zindanların yıkılması hedefi bu kısır döngüyü kırmanın tek yoludur.
Tutsaklar, kendi koşullarında ve sınırlı olanakları içinde irade kırma, teslim alma girişimlerinin her birine karşı koyarak üzerlerine düşeni yapıyorlar; onlar açısından, en azından verili koşullarda doğru olan da budur.
Ne var ki örgütlü devrimci güçler sadece bunu yapmakla, sadece tek tek uygulamalara karşı çıkmakla yetinirlerse, onulmaz bir hata yapmış olurlar. Örgütlü devrimci güçler, bu somut tekil sorunları ele alırlarken emekçi sınıflara, ezilen, sömürülen, yoksul kitlelere zindanların yıkılması ve tutsakların özgürleştirilmesi hedefini göstermeliler. Zindanların yıkılması ve tutsakların özgürleştirilmesi için geliştirilecek bir devrimci kitle mücadelesi sonuç alma gücünde olabilir.
Sosyal reformistler, oportünistler bu hedefi “realist” görmeyebilirler; görmezler de. Onlar için “realist” olan şey burunlarının dibindeki hedeftir; sadece iktidarı çıplak arama yapmaktan vazgeçirmektir. Oysa onyıllardır tecrübe edildiği gibi, kalıcı anlamda sonuç alıcı olmayan anlayış tam da bu reformist; yani tek tek reformlar için, hak ve özgürlükler için mücadele anlayışıdır. Çünkü bugün vermek zorunda kaldığını faşist devlet yarın, yani ilk fırsatta geri alır; alıyor da.
Tam da bu nedenle, bir devrimci komünist kitleleri boşa savaştırmış olmak istemiyorsa, onları böyle, Engels'in sözleriyle söyleyecek olursak, “demokratik teraneler” için değil, gerçekleşmeleri bir dizi devrimi gerektirecek devrimci hedefler için mücadeleye çağırır. “Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük” şiarı işte böyle bir içeriğe sahiptir.
Güncel mücadelenin içeriği de işte böyle devrimci olmalı. Güncel mücadelenin temel içeriği devrimci demokratik iktidar, halk iktidarı, faşist devletin tüm kurumlarının bir devrimle dağıtılması, geçici devrim hükümetinin kurulması ve böyle bir hükümetin alacağı devrimci önlemlerin emekçi sınıflara, Kürt halkına, yoksul kitlelere anlatılması...
Çıplak arama dahil, zindan zulmüne son vermenin tek yolu budur. Varsın sosyal reformistler bunu “realist” bulmasınlar.