Gezi: Bir Devrim Başlangıcı

Gezi-Haziran ayaklanmasından, 24 Haziran 2018 seçimlerine kadar geçen dönemi ele alacağımız bu bölümde, konuyu, parlamenter mücadele biçiminin tartışılmasıyla beraber, daha farklı yönleriyle dönemi incelemek gerektiğine inanıyoruz. Çünkü, bugünün temellerini, tam da bu zaman diliminde ortaya çıkan, Türkiye-Kürdistan sosyalist-sol hareketin henüz tanımakta ve tarif etmekten aciz olduğu kitlesel emekçi sınıf bilgeliğinde aramak; bu yeni yanları, unsurları, dinamikleri, hareket biçimlerini açıklamak, artık daha fazla ertelenemez bir görevdir.

31 Mayıs 2013 akşamı patlayan olaylar zinciri, esasında bir devrim anında çeşitli sınıfların ve onların temsilcilerinin nasıl tutum aldıklarını, bundan sonraki devrim anlarında da nasıl davranacaklarını açığa vuran bir “kostümlü prova” görevini yerine getirmiştir.

Şanlı Gezi-Haziran ayaklanması üzerine, yeterince geniş bir leninist literatür var. Konu, hem pek çok makalede, hem de “Ayaklanma Üzerine Notlar” ve “Yeni Evrenin Devrimleri” çalışmalarında çok yönlü incelemeye tabi tutulmuştur. Öte yandan, aradan geçen beş uzun yıl süresince tüm olaylara, kitlelerin düşünüş ve eyleme geçme biçimlerine damgasını vuran yeni unsurların öne çıkarılmasına ihtiyaç var.

En önemlisi şudur: Gezi-Haziran, bir devrimin başlangıcına denk gelir -Leninist Parti, 90’lı yıllardan bu yana pek çok kez, olayların gelişimini ele aldığı analizlerinde, devrim ifadesini kullanmaktan imtina etmemiştir. Bu ifade, daha çok, devrimci durum ve olayların, emekçi yığınlar üzerinde yarattığı dönüşümün nitel derinliğine işaret etmek üzere, özellikle seçilmişti. Derin dönüşümün izlerini, en iyi, Kürt halkında gözlemliyorduk. Örneğin, Amed-Botan bölgesinde Kürt kadınlarının mücadeleye aktif ve bağımsız özneler olarak katılmakla gösterdikleri muazzam bilinç sıçraması, ancak bir devrimle elde edilebilecek, ancak bu terimle ifade edilebilecek türden değişimlerdi. 2013 Haziran ayaklanması ise, Lenin’in tarif ettiği türden, yani, nesnel devrimci durumun öznel bir değişimle tamamlanmasıyla ortaya çıkan bir devrim anıydı: “devrimci sınıfın, kriz dönemlerinde bile düşürülmezse, kendiliğinden düşmeyecek olan eski iktidarı ezmek (ya da sarsmak) amacıyla devrimci kitle eylemleri için yeterince güçlü olabildiği” bir dönemin başlangıcına işaret eden, nitel bir sıçramayla karşı karşıyaydık. Öncesi dönemlerden farklı olarak, ayaklanma, devrimci sınıf ve katmanların en geniş katılımlı isyanıyla gündeme gelmişti. Yerel değil, kısmi değil, iktidarı gerçekten ezebilecek kitle şiddeti ve enerjisinin hali hazırdaki varlığını ete kemiğe büründüren bir sıçrama. Özcesi, devrimci durumun, bir devrime bürünmeye başladığı; ama daha da önemlisi, harekete katılan çok geniş bir kesimin de, yaşananların bir devrim olduğunu dile getirdikleri ileri bir aşama.

Eksik olan, harekete proletaryanın hegemonik bir güç olarak katılmamış olmasıdır. Hem bizzat sınıfın kendisi, hem de Leninist Parti, bu sınıf hegemonyasının kurulabilmesi için yeterlilik gösteremedi. Ayaklanmanın beşinci günü, sendikalar bir günlük grevle güçlü bir başlangıç yaşamışlardı. Ancak gerek burjuva sendikacılar, gerekse onların eteğine yapışmış oportünist sol için, proletaryanın eylemi, bir “destek” düzeyinde ele alındı ve bu düzeyde kalması için çaba harcandı. Gündüzü tezgah başında, geceyi barikat ve çatışmalarda geçiren bir sınıf, ayaklanmanın hegemonik gücü haline gelemezdi. Bunu farkeden tabandaki devrimci işçiler, genel grev yolunu bir kez daha zorladılar. Fakat artık tarih 17 Hazirandı, Taksim komününün dağıtıldığı, barikatların söküldüğü bir zamandı. Sınıfın hegemonik gücünden yoksun devrim, Haziran günlerinde, hükümeti ezebilmek için gerekli kitlesel enerjiye sahip olduğu bu en güçlü evresinde, başlangıçtan öteye geçemezdi. Yine de, bu kadarı bile, sonraki yılların olaylarını belirleyecek önemde değişimler yaratmayı başardı.

Harekete katılanlar, bunun daha başlangıç olduğunu haykıranlar, cümlelerini şöyle tamamlıyordu: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”. Dedikleri gibi oldu. Hem öncüler ve öncülüğe soyunanlar için, hem de partisiz devrimci yığınlar için. Bundan sonraki her büyük atılım, devrimin büyük kitleleri ile oportünist çürüme içinde debelenen küçük-burjuva sol arasındaki uçurumu açacaktı. Devrimci kitleler daha ileri gitmek niyet ve çabalarını,her adımda başka bir önyargıyı, geleneksel düşünmeyi, onları uysallığa sürükleyen dar kafalılığı yerlere sererek ortaya koyarken; oportünist sol, bu ileri atılım çabalarını kötürümleştirmek, kitlenin elini kafasını bağlamak üzere her tür çabayı gösterdi. Sonunda,1848 Frankfurt meclisinin yüreksiz takımına rahmet okutacak kadar, parlamenter budalalığın çamuruna saplandılar.

Bunda şaşılacak bir şey yok. Nasıl ki II. Enternasyonalin oportünist çıbanının patlaması için, devrimin ete kemiğe büründüğü bir dönem gerekli olduysa, burada da, uzun iç savaşın biriktirdiği çürüme, tüm yönleriyle kendini ele vermek için, 2013 Haziran ve sonrasını bekledi. Aradaki farkı belirtmeden geçmeyelim. II. Enternasyonal oportünizmi, bizzat burjuvazinin işçi sınıfı içindeki uzantılarına, onlarca yıla yayılmış barışçıl bir dönemde emperyalist yağmadan kırıntılar elde eden işçi aristokrasisine dayanıyordu. Bu topraklardaki oportünizm ise, uzun iç savaş süresince, küçük-burjuvazinin devrim saflarına sürüklenen kesimlerinden doğdu. Her düğünde damat, her cenazede ölü olmak hevesiyle bu ara sınıf, devrimin kabardığı her dönemde, herkesten daha yüksek sesle bağırıp çağırarak barikatlara koştu. Kabarışın yerini geçici durgunluğa bıraktığı her geçiş döneminde ise, barikatların yerini, umutsuzluk çukuru aldı. İncelediğimiz 1989-2013 boyunca, art arda sıralanan, üst üste binen kabarış ve durgunluğun yüksek frekanslı temposu, oportünist çürümeyi devrimci kitlelerin gözünden kaçırmayı getirmişti. Ancak, Haziran ayaklanmasından sonra, bu çürümeyi saklamak çok daha zordu. Egemen burjuva sınıfla “orta yerde” buluşma arayışlarının yerini, doğrudan işbirliği çağrıları alacak, bu konudaki samimiyetin kanıtlanması için, parlamenter budalalık gösterilerine daha çok başvurulacaktı.

Sorun şu ki -devrimimizin kahrolası şanssızlığı- egemen burjuvazi, II. Enternasyonal' in çürümüş partilerine, onlara en kritik anda hükümet koltuklarını devredecek denli güvenebilirdi; çünkü bu partiler, sermayenin hayati çıkarlarına dokunmayan, uzun barış döneminin uysallaştırdığı işçi aristokrasisine sahipti. Bizim topraklardaki oportünizm ise, muazzam baskı ve çelişkilerin her daim devrimci bir öfkeyle donattığı küçük-burjuva tabana dayanıyordu. Bu yüzden, küçük-burjuva oportünizminin işbirliği çağrıları, faşist politik niteliğe sahip tekelci sermaye tarafından gerekli karşılığı bulamaz. Bu yüzden, oportünist çürüme, geniş kitlelerin gözünden saklanabileceği bir incir yaprağını her dönemde bulur. Gezi-Haziran sonrası gelişen olaylar zincirine baktığımızda, oportünist incir yaprağının, en çok parlamenter hastalıkların üstünü örtmekte kullanıldığına şahit olacağız.

Haziran sonrası gelişmenin ana temasını oluşturan, çürümüş oportünist sol ile, devrimci kitlelerin arayışlarının birbirinden uzaklaşması, daha en başında belirmişti. -Kitlenin en ileri kesimleri, Dolmabahçe Başbakanlık ofisi ve AKP il binasını ele geçirmeye yöneldiklerinde, neler yaşandığını yeniden hatırlatmaya gerek yok. Ayaklanma süresince, bu çevreler hareketi biran önce sonlandırma çabalarını hiç bırakmadılar!

Devrimci kitleler ise, daha ileri gitme kapasitelerini, sadece eylem düzeyinde değil, düşünsel alanda da sergilediler. Lice’de yaşanan polis cinayeti, ayaklanmacılar tarafından hemen ele alındı. Sokaklarda, Kadıköy gibi şovenizm zehrinden etkilenmiş yerlerde, Kürtçe sloganlar hep beraber haykırıldı. Ancak bir devrim anında görülecek türden zihin açıklığıydı bu. Sonrasını biliyoruz. Polisin artan şiddetine karşılık verecek moral motivasyonu yaratan hedef açıklığına, görevlerin bilincine, koordinasyon ve karargahına sahip bulunmayan ayaklanmacılar, bu eksikleri gidermek üzere geri çekildiler. Giriştikleri eylemin bilançosunu çıkarmak, ihtiyaç duydukları hedef açılığını ve görevleri ifade eden şiarlara ulaşmak niyetiyle, park forumlarına yöneldiler. Solda çoğunluğu oluşturan oportünizm, uğursuz rolünü buralarda da oynadı. Birer ayaklanma organına dönüştürmek yerine, bu forumları mahalli sorunların ve ıvır-zıvırın tartışıldığı panellere dönüştürdüler.

Tüm bunlara rağmen, kitlesel enerjisinin en yüksek olduğu ilk aşamasında bu enerjiyle bir sonuca varamamış olsa da, ayaklanma, bütün olay ve koşullar tarafından gündemde kaldı. Dinci-faşizm, 2013 Eylül ayına yeni bir ayaklanma paranoyasıyla girdi ve beklentisi kısmen gerçeğe dönüştü. İstanbul, Hatay, Ankara, günler ve gecelerce süren şiddetli kitle çatışmalarına sahne oldu. Daha ilk aylarda oportünizm “hükumet özür dilesin” noktasına kadar gerilemiştir. Tekelci sermaye ve faşist aygıt, çok daha gerçekçiydi: ayaklanmanın daha ileri gitmesini önleyebilmişti, ama onu ezip dağıtamadığının farkındaydı. 1905 Devrimini ezen Çarlık Rusya’sının çıktığı “cezalandırma seferleri” ve idam şöyle dursun, Türk tekelci egemenliği, Taksim Dayanışması’nın sözcülerine bile ilişememiş, bir cadı avına girişememişti. Böyle bir şeye kalkıştığında, arı kovanına çomak sokacağını biliyordu. Nitekim gelişmeler, sermayenin bu çekingenliğini haklı çıkaracaktı.


Gezi’den Sonra

Devrim başlangıcı olarak Haziran – Gezi ayaklanması hükümeti derinden sarstı, ancak önemli konularda tavize zorlayacak ölçüde değil. Taviz politikasına geçişin önünde türlü engeller vardı. En önemlisi, uzun iç savaştı, bu koşullar altında her geri adım, hasımın zaferlerine kapı aralıyordu. Üstelik, AKP’nin özel durumu, yani yürütme erkini kaybedecekleri gün, kendilerini Silivri zindanında bulma korkusu da, bu noktada önemliydi. Ancak, tekelci sermayenin asıl efendisi emperyalizm, kendi konumunun rahatlığıyla, meseleyi başka türlü değerlendirdi ve güz aylarında hükümeti, “tarihi demokrasi paketi” için sıkıştırdı. Dönemin Cumhurbaşkanı A. Gül, soluğu Washington’da aldı. Orada “Gezinin ilk günleriyle gurur duyuyorum” yalanını dile getirdi. Bu adım, emperyalizmin yönlendirmesinde bir saray darbesinin ilk işaretiydi. Aralık ayında, böyle bir darbe için, ilk somut adımlar atılacaktı.

Öte yandan, Kürt halkının ayaklanmadaki tutumunu, bir kez daha gözler önüne sermek yararlı olacak. UKH’nin uzlaşı arayışları neticesinde, Kürt halk hareketi içinde beliren çatlak, henüz 2013 Newroz’unda belli olmuştu. Çözüm süreci için, gerillayı sınır dışına çıkaran UKH’ye rağmen, Amed Hak İnisiyatifi, gerilla giysileri ve silahlarla kürsüye çıkmış, halkı silahlı bir ayaklanma için hazırlık yapmaya davet etmişti. Kürt halkı içindeki bu güçlerin varlığı, yukarıda sayılan nedenlere eklenince, hükümet, en çok UKH’nin umut bağladığı “tarihi demokrasi paketi”ni bir yana bıraktı. Dinci-faşizm için mesele açıklığa kavuşmuştu, onu UKH karşısında çözüm süreci adımlarına zorlayan, devrim tehdidiydi. Oysa, UKH, devrimin ete kemiğe kavuştuğu Haziran günlerinde, hükümeti bir devrimle korkutmak yerine, kendi kitlesini provokasyanlara karşı uyarıp korkutmayı seçmişti. Haziran ayaklanması, siyasi arenada dönen her tür pazarlığın çıtasını öylesine yükseltmişti ki, bundan böyle dinci-faşizm ancak, silahlı bir kitle ayaklanmasıyla tavize zorlanabilirdi. Ancak UKH, yaşananlardan devrimci dersler çıkarmak yerine, sermayeye daha geniş çaplı güvenceler sunma telaşına düşmüştü! Yalnızca Kürdistan değil, Türkiye devrimi de, uzlaşma masasına yatırılacaktı.

HDP, işte bu genişletilmiş güvence çabalarının eseridir. Kasım 2013’te kuruluş kongresini toplayan HDP, Öcalan’ın şu mesajını, parti programı ve pratiğinin bel kemiği haline getirdi: “Devletle mücadele zamanı bitti, şimdi devletle müzakere zamanı”. Bu özlü ifade, Haziran’ın hedef tahtasına koyduğu RTE’nin kongreye yolladığı kutlama mesajıyla ciddi bir pratik anlam kazandı. HDP safları, Gezi’yi sandıklara taşıma aşkıyla yanıp tutuşan reformizmin istilasına uğradı. Seçimlere rengini veren “sokakları temizleme” taktiği, bu kez bizzat HDP tarafından üstlenilecek, tekelci sermaye partileri ise kendi sınıf tutumlarını, çok daha rahat sergileme fırsatı yakalayabileceklerdi. Niyetler ve hedefler başka, devrimin çizdiği yol bambaşkaydı oysa. Çünkü bastırılıp ezilemeyen Haziran, daha yüksek görevlere işaret eden sloganlar eşliğinde yeniden sokaklara hakim olacak, bir dizi tarihi önemde olay, Leninist Parti' nin 2014 mart seçimleri için öne çıkardığı boykot şiarına güçlü bir zemin kazandıracaktı.

Haziranı, izleyen yaz aylarının en dikkat çekici gelişmesi, işçi sınıfında özgüveni yüksek eylemler zinciri baş göstermesiydi. MKE, Feniş, Yatağan, İskenderun Demir Çelik ve Zonguldak madencileri ardı ardına fabrika işgallerine girişiyor ve sokaklara Gezi’nin sloganlarıyla çıkıyordu. Proletaryanın özgüven dolu cesur tutumu, henüz dumanı tüten ayaklanmanın kitlesine daha ileri eylemler için heves ve cüret aşıladı, hareketin bitmediği kanaatini canlı tuttu. Proletarya rolünü böyle oynadı. Kürt halkının en yoksul kesimleri de, aralık başında bu koroya katkı verdi. Gever ve Hakkari, günler süren silahlı ayaklanmalar yaşadı.

Aralık ile 2014 martı arasında, adeta fırtınayı andıran gelişmeler yaşandı. Saray Darbesi için düğmeye basıldı ve ABD’nin cesaretlendirdiği Gülen Cemaati, hükumetin İran’la yaptığı kara para trafiğini deşifre etti. En çok satan bulvar gazetesinin sekiz sütuna manşeti şuydu. Devlette kıyamet Alametleri!

Yılın son günlerinde, bu kez doğrudan park forumları, “Hükümet İstifa, İktidar Halka!” sloganıyla eyleme geçme kararı aldı. Taksim Dayanışması değil, forumların böyle bir karar alması, olağanüstü önemliydi. Kırk yıllık devrimci mücadele ve uzun iç savaşta, ilk kez partisiz yığınlar, doğrudan iktidarın fethini hedefleyen bir şiarla sokaklara çıkıyordu. Protesto etmiyor, hükümetten herhangi bir talepte bulunmuyor, ama iktidarı istiyordu. Dahası, bunun yolunun ayaklanma olduğunu, pratiğiyle sergiliyordu. Haziran’da başlayan ayaklanma keskin bir virajla nitel bir sıçramayla yeniden canlanıyordu. Gebze ve İskenderun proletaryası inisiyatif geliştirip, eylemleri gösterilerle destekleme yoluna gittiler. Hrant’ın anmasında toplanan yüzbinler, o güne dek kitleyi Taksime yöndirmeye çabalayan Leninist Parti' ye bile fırsat vermeden, kendiliğinden meydana yöneliyor, yeni bir Taksim Komünü için, güçlerinin ve cesaretlerinin yerinde olduğunu ilan ediyorlardı. Fırtına, 8 Şubat’ta bu kez internet yasaklarına karşı yürüyen muazzam gençlik kitlesinin eylemiyle yeni bir enerji kazandı. İstiklal caddesini hınca hınç dolduran kalabalığı gören muhabirler, “31 Mayıs’ı aratmayan bir kitle ve onu aşan bir öfke”den sözediyorlardı.

Şubat ortasında “İktidar Halka!” sloganları, 71 ilde duyuldu. Ve bu fırtına, zirvesini Berkin Elvan'ın ölümüyle görecekti. Ölüm haberi duyulunca, aynı saat eylemler başladı. Belki, bu haberin ilk harekete geçirdiği kentleri sayarsak, fırtınanın tüm kıyı ve köşeyi nasıl etkilediği daha iyi anlaşılır: Kastamonu, Denizli, Muğla, Tarsus, Edirne, vd... Ayaklanma havası yine tüm kentlere yayıldı; liseler, üniversiteler boykota gittiler; AKP binalarına saldırılar oldu. Amed, Muş, Hakkari Kürt halkının isyanının başını çekti. Fırtınanın etkisiyle UKH, “AKP artık muhatabımız değil” açıklaması yaptı. Fakat, birleşmiş oportünizmin yeni karargahı HDP-HDK hesabı sandıkta sorma hayallerini yaymaktan geri durmadı. Berkin'in cenazesine 3 milyon insan katıldı. Bu muazzam kitle eylemi haline gelen cenazenin nasıl küçük grup hesaplarıyla heba edildiğini hep beraber gördük, bunlar anlatıldı. Böylece, devrimin Türkiye ayağında, o güne dek görülmüş en ileri şiarlar ile eylemlere girişen kitleler ile, onlara öncülük etme hevesiyle her şeyi eline yüzüne bulaştıran sosyalist çevreler arasına, günümüzü dek kapanmayan bir uçurum girdi. Devrimci kitleler, küçük hesapları ve dar kafalarıyla öncü niteliğinden yoksun olduklarını kanıtlayan bu çevrelerin çağrılarına itibar etmeyecekti. Kendi yolunu kendi çizmek üzere, zaman içinde çizgileri daha net görülebilecek bir hareket tarzı ile mücadelelerini sürdüreceklerdi. Bu tarz, dinci-faşizmle nihai hesaplaşmayı vaat eden eylem süreçlerine herkesi şaşırtan bir güçle katılmak; birliğini ve gücünü bu kısa dönemlerde test etmek, ama bunun dışında, şu veya bu olayı salt protesto amacı taşıyan eylemlerden uzak durmak.

Henüz, kitleler üzerindeki güvenini tümden kaybetmemiş tek güç UKH'ydi. Türkiye'nin oportünist solu, HDP aracılığıyla, devam eden bu güven ilişkisinden yararlanmaya çabalıyordu. Newroz günü, Amed'de 2,5 milyon insan toplanmıştı, tüm Kürdistan'da eylemlere 10 milyon kişi katıldı. İstanbul, ilk kez, milyonluk bir Newroz'a ev sahipliği yaptı. Bu gösterilerin çatışmalara dönmesi, artık kimseyi şaşırtmıyordu. Ve dikkat çekici bir olguya şahit olduk. Mart sonu yapılan seçimlerde HDP, alanlarda toplanan kalabalıkların, ancak yarısı kadar oy toplayabildi.

Bir kez daha, Lenin'in “çok önemli bir iç savaş dersi” biçiminde işaret ettiği durumla karşılaşıyoruz: Bir iç savaşta, devrimci yığınların parlamento dışı eylemleri, bu eylemlerin örgütlenme kapasitesi, parlamenter yolun kapasitesini kat kat aşıyordu. En geriden gelen, aydınlanmamış kesimlere ulaşmak bahanesiyle savunulan yol, bir iç savaş ve topyekün ayaklanma koşullarında tersi bir etki yaratıyor, hem hedefi, hem ulaşılan kitleyi daraltıyor, politik öncülerle kitleler arasındaki uçurumu daha da açık hale getiriyordu.

2014'un yaz dönemi boyunca, devrimci kitlelerin öncülük iddiasındaki politik çevrelerle arasına koyduğu mesafenin ilk sonuçlarını gördük. 1 Mayıs ve ayaklanmanın yıldönümü 31 Mayıs günü, bu tarz öncülerin çağrıları beklenen karşılığı bulamadı. Dinci-faşist iktidar, eylemden önce “bizi devirmek peşindeler” tehditleriyle vites yükseltirken, çağrıcılar, hiç de böyle bir hedefleri olmadığına, sadece ölenleri anmak istediklerine dair yeminler ediyordu. Mayıs’ın eylem günlerinde, sokak aralarını dolduran kalabalıklar, bu acıklı sözlerin, hükümeti gafil avlamaya yönelik bir kurnazlık değil, çağrının ve eylemin gerçek içeriği olduğunu anlayınca, sessizce dağıldılar.

Sessizce dağılıp, sabırla bekleme lüksüne sahip olmayan bir kesim varsa, o da proletaryaydı. Soma faciasında 301 madencinin ölümü, öyle sessizlikle geçiştirilmedi. Hükümete yönelen yaygın öfkeli eylemler, yaşanan acı kaybın aksine, sınıfın özgüvenini pekiştirdi. Yaz boyunca her iş cinayeti, her işçi çıkarma girişimi, anında gelişen eylem ve işgallerle yanıt bulmaya başladı.

Her seçimden sonra basının “tarihin en hileli seçimi” başlıklarına alıştık, bu kural 24 Mart seçiminde de bozulmadı. Ancak, ne Mart’ta, ne de Ağustos’taki cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra, burjuva muhalefeti ve reformistler hilelerin üzerine gittiler. Çünkü, bu iki seçimin tarihi bir önemi varsa, o da, ayaklanmalarla kaynayan devrim kazanının, kritik seviyeyi aşmasını önleyerek, hararetini düşürmekti. Oportünizm, komadaki “kutsal ineğe”, yani parlamenter önyargılara hayat öpücüğü vermekte, sermaye sınıfından daha hevesliydi. Doğrusu, dinci-faşizm bile, bu iki seçimle, kendi dar iktidar çıkarlarından çok, kutsal ineği diriltmeye çabaladı. Öyle ki, 10 Ağustos'ta sonuçların açıklandığı geç bir vakitte, bilgisayar marifetiyle, sandığa gitmeyenlerden çalınan 3 milyon oyu, partiler arasında kardeş payı yapmakta yarar gördü. Ne de olsa birinci belli olmuştu, cumhurbaşkanı seçilmişti, bu payı dağıtmakta sakınca değil, yarar vardı.

Umut Çakır

Devam Edecek...

 

İlk bölümü okumak için tıklayınız.

İkinci bölümü okumak için tıklayınız.

Üçüncü Bölümü okumak için tıklayınız

Dördüncü bölümü okumak için tıklayınız

Beşinci bölümü okumak için tıklayınız

Altıncı bölümü okumak için tıklayınız

Yedinci bölümü okumak için tıklayınız

Sekizinci bölümü okumak için tıklayınız

Dokuzuncu bölümü okumak için tıklayınız

Onuncu bölümü okumak için tıklayınız

 

Umut Çakır'ın Yeni Dönem Yayıncılık'tan 2019'da yayınlanmış olan Seçimler Ve Devrimci Politika kitabından alınmıştır. Kitaba ulaşmak için tıklayınız.