Tekelci sermayenin toplum üzerinde egemenliğini pekiştiren ideolojik kalıplar bir bir eriyor; en temeldeki uzlaşmaz çelişkiyi, emek-sermaye çelişkisini bastıran örtüler katman katman çözülüyor. Bunun en son örneğini “devletin bekası” tartışmalarında görüyoruz. Pek çok yandaş kalemşor, hatta partinin ağır topları itirazlarını dile getirse de, RTE seçim kampanyasını “beka sorunu” çerçevesinde işlemekte ısrarcı. Sermaye egemenliğinin gerçekten de bir geleceksizlik sorunu var; bu bir yana; hafriyat kaldırma, çöp toplama ve muhtarlık işlerinin devletin bekasıyla ilgisini kurmakta zorlanan kitleleri doğaldır ki, ikna etmekte zorlanıyor. Anketçiler, bu tür sözleri ciddiye alanların oranının %5’i bulmadığına işaret ediyorlar. Demek ki, geriye kalan %95, “sistemin bekası”nı değil, kriz ve baskıyla iyice alev almış “toplumun bekası” sorununu çok daha önemli görüyor.
Hemen belirtelim: Mesele, görünenin ötesinde, tarihsel bir derinliğe sahip. %95 gibi, nüfusun ezici çoğunluğunu kapsayacak çapta, devlete dair önyargıların yıkılışına tanıklık ediyoruz. Bu durumu yalnızca krizin geçici bir süre halkın tahayyülünü belirlemesi olarak değerlendirmek, tarihsel derinliği ıskalamak riski taşır. Aynı zamanda bu yaklaşım, devrimin en yüce amaçlarını adım adım on milyonlara ulaştırmasını sağlayan koşulları da yadsımaya götürür.
Kapitalizmin daha erken ve kendi ayakları üzerine dikilerek geliştiği başka toplumlarda sermaye, proleter toplumsal devrimin karşısına şu kutsal üçlemeyi dikiyordu: “Aile, din, mülkiyet.” Türkiye’nin kapitalistleri ise, kendi doğuş ve gelişim koşularına uygun olarak, bu kutsal üçlünün yanına dördüncüsünü ekledi: Devlet. Basit bir ek yapmanın ötesinde, bu topraklarda devlet, aileyi, dini ve mülkiyeti belirleyen, gerçeği ters yüz eden bir ideolojik formata yükseltildi. Sadece Batı’da değil, pek çok Doğu toplumunda bile, devlet, bu denli kutsal bir hale ile çevrelenmemiştir. Batı’da kapitalizmin gelişimiyle biçimlenen bireysel ahlak, Doğu’da ise emperyalist işgal ve sömürgeciliğin utanç veren anıları, devlete dair kutsallığı köstekleyen dinamikler yarattı.
Bu topraklarda birikimi zayıf sermaye sınıfı, büyük ölçüde, kısa dönemler haricinde yüzyıllarca varlığını kesintisiz sürdürmüş devlet kurumlarına dayanmak zorunda kaldı. Doğu’da dinin devleti var, burada ise devletin bir dini. Batı’da gelişme çağındaki kapitalizm, daha o zaman bile monarşik devleti borçlandırıyordu. Burada ise, tersine, birikimi zayıf burjuvazi, devlet kasasını fareler gibi kemirerek palazlandı. Kuşkusuz tüm bunlar, şimdi çoktan geride kalmış hikayeler ve burada da sermaye, uzun süredir, devletin borçlusu değil, alacaklısıdır. Fakat bu noktaya gelene dek burjuvazi, “soyut kolektif kapitalist” olarak devletin, kutsal bir haleyle, toplumun en geniş kesimlerinin ön yargılara dayalı tahayyülü üzerine bir heyula gibi çökmesine izin verdi. Eğer başarı denebilirse, bu kutsallık kalıbının uzun süre, sadece emekçilerde değil ama özellikle devlet bürokrasisinde işlerlik kazanması, eğitimin ve çıplak zorun ana hedefiydi. Yine de, zor ve eğitimin önemi ancak bir yere kadar geçerlidir, daha ötesinde, gerçek üretim ilişkileri bulunur.
Uzun yıllar boyunca emekçi sınıf için kamu sektörü, işçi sınıfının dişe diş kazandığı haklar sayesinde, geleceğe dair az çok güvence vaat eden bir “devlet kapısı” haline gelmişti. Buralarda işe girenler, hatta küçük bir memuriyet bile olsa, başlarına “devlet kuşu” konmuş saydılar kendilerini. Öte yandan birikimi zayıf burjuvazi, büyük maliyetler gerektiren ve kar oranı düşük pek çok üretim faaliyetini, ancak devlet eliyle yürütebilmiştir. ABD’de tren yolları finans ve çelik baronlarının eseridir; burada bizzat devletin. Fransa köylüsü için devlet, jandarmada özdeşleşiyordu. Burada ise, jandarma falakasının yanı sıra; yol, su ve elektrik demekti. (Falakadan başkasını görmemiş Kürdistanlı emekçilere, bu kutsal zokayı yutturmak elbette zordu). Yine işçilerin mücadelesiyle kamu hizmeti biçiminde örgütlenen sigorta ve sağlık işleri, kutsal haleye yeni halkalar ekledi.
Ne kadar tarihi derinliğe sahip olsa da bu kutsal halenin, devrimin amansız darbeleri altında nasıl kolayca çözülebildiğinin ilk örneği, bu topraklarda 1970’li yıllarda yaşandı. Devrim, aslında devlet denilen, darkafalı zihinlerde önsüz, sonsuz bir bağımsız varlık gibi şekillenen, hikmetinden sual olunmayan ve “komünizm gerekliyse, onu da getirmesini bilen”, birliğin harcı, kaderin yazıcısı, geçmişin ve geleceğin çatısı gibi görünen bu ucube heyulaya ilk darbelerini vurduğunda, gerçekte tüm iplerin bir avuç tekelci patron ve işbirlikçiliğini yaptıkları emperyalist efendilerin elinde olduğu ortaya çıktı. 12 Eylül askeri faşist cuntası, en çok, kutsal devlet imgesinde oluşan bu derin çatlağı onarmaya odakladı ideolojik söylemini. Ve bunun için, Türk-İslam sentezini, devletin ulaşabildiği her yere hakim kılmak için ter döktüler.
Türk-İslam sentezinin odak noktası, devlete ait kutsallığı, yeni ideoloji katmanlarıyla kuşatmaktan ibaretti. TC, tarihte kurulup yıkılan 16 Türk devletinin devamıydı ve TSK ikibin küsürüncü kuruluş yıldönümü kutlamaları yapmaya başladı. Bu ideolojik söyleme göre, hükümet koltuklarına kim oturursa otursun, asıl güç, kurumlarını binyıllar ötesinden bugüne süreklilik halinde taşıyan, kendi varlık nedenini yine kendinde bulan “derin devlet”tedir. Hatırlanacağı gibi, tüm 90’lı yıllar bu tartışmalarla geçti, solun akademideki müfrezeleri, sosyolojik fikir jimnastikleri eşliğinde, burjuvazinin özenle süslediği “derin devlet” algısına katkı sunmakta gecikmediler.
Yeri gelmişken, gerçek iktidarın hükümet koltuklarında olmadığı gerçeğine parmak basmakla birlikte, kendi varlık koşulunu kendinde bulan bir “derin devlet” algısının, şimdilerde ipliği pazara çıkmış parlamenter budalalığı nasıl beslediğine dikkat çekmek yerinde olur. Bir tarafta, birliğin harcı bir devlet algısına sahip dar kafalı küçük burjuvalarla, diğer tarafta, derinliği ve gizliliği ölçüsünde devletin sahip olduğu gücü abartan daha ileri emekçi yığınlar, seçim sandıklarında buluştular. Birinciler, kutsal devlete zarar verme riskini üstlenmeden; ikinciler, biriktirdikleri öfkeyi eşeği değil, hiç olmazsa semerini döverek yatıştırmak için, seçimleri, yıpranmış hükümetleri değiştirmek yolunda kullandılar. Hükümet ile devletin birbiri ile örtüşmediği her durumda, en gerici yığınlar, en gerici partilere bile sadakatle bağlı kalmadılar, böylece her seçim, yeni bir hükümet değişiminin yolunu açabildi. Gerici yığınların dar kafalılığı ve önyargılarıyla, daha ileri kesimlerin teorik kavrayış eksikliği, birbirini parlamenter yoldan besleyip durdu.
Şimdi gelinen noktada, %95 gibi ezici bir çoğunluk, “kutsal devlet”in geleceğine dair endişelerin önüne, kendi geleceğinin ve toplumun sorunlarının endişelerini geçirebiliyorsa, yaşanan dönüşümün derinliği daha iyi anlaşılır. Bu noktaya yığınlar birden bire gelmediler, çakan bir şimşek değildi kafalarını aydınlatan. Öncelikle, devrimin ve uzun iç savaşın sayısız darbesi altında, “derin devlet”in kozmik çekirdeği sayılan ordu, telafisi imkansız bir yıpranmadan geçti. Ve ordudan daha az kutsal sayılmayan mahkemeler, sahibine göre kişneyen at niteliğini, yeterince gözler önüne serdi. Ve nihayet 15 Temmuz, karşı-devrimin beynini teslim aldığı en gerici kesimlerin kafasındaki “kutsal hale”ye son darbeyi vurdu. Görüldü, bu soyut kolektif kapitalist varlık, bu kendi nedenini kendinde bulan heyula, aslında, kılıç darbeleriyle yaralanabilecek bir ölümlüdür.
Önsüz-sonsuz bir varlık olarak devlet algısının çöküşü, dinci-faşizmin başkanlık adımlarıyla durdurulmak istense de gelinen nokta ortada. Ezici çoğunluk için devletin bekasının hiç bir önemi yok. Böylece, kafası önyargılarla dolu geniş bir kalabalık yığının “kutsal devleti” ile onun sol versiyonunu yansıtan “derin devlet”, tüm devlet otoritesine el koyan tek bir kişinin varlığında, yeryüzüne indi, yeraltından çıktı. Parlamenter budalalığı besleyen toprak kurudu. Bundan böyle, hükümete duyulan öfke, bizatihi, devlete duyulan öfkeyle at başı gidebilir.
İşte devrim, on milyonlara ulaşıp yüce amaçlarını, kabul ettirmenin önüne bugüne dek sayısız engeller çıkartan önyargılardan, tarihi yanılsamalardan, böyle kurtuluyor.
Umut Çakır