Bu yazı kaleme alınırken, bir çok büyük kentin yanında, İstanbul'un seçim sandıkları da kim bilir kaçıncı kez sayılıyordu; mesele artık karakolluk olmuş, oyların sayımını yapan seçim kurulları hakkında Fetö soruşturması açılmasına varmıştı. Bahçeli “Bu bir milli güvenlik meselesidir” derken, dinci-faşist basın, ayağı yanık enik gibi “yeni Fetö Darbesi” manşetleriyle çıkıyordu. Eğer, alınlarına namlu dayanmış görevliler tarafından oyların yeniden sayımından bir sonuç çıkmaz ise, dinci-faşist gericiler şeytana pabucunu ters giydirerek, bizzat kendilerinin hazırlayıp kullandığı seçim hilelerini gerekçe gösterip, YSK'dan seçimin iptalini istemeye hazırlanıyordu.
Hemen belirtelim: Kavga, İstanbul’da hafriyat, çöp gibi hizmetlere kimin şeflik edeceği kavgası değil. Kuşkusuz, İstanbul belediyesinin yıllık bütçesi devasa boyutlarda ama, yine de kavga, yalnızca para ve rant kavgası değil; dinci faşizm merkezi yürütme erkine sahip olduğu sürece, bu devasa bütçeye istediği gibi yön verme olanağı bulacaktır. Mesele bundan çok daha büyük, derin ve de hassas. Bir yerel seçimin bu denli toz kaldırması kimilerine şaşırtıcı gelebilir. Ya da, tüm yaşananların, belediyeler yoluyla “kentleri yönetme”nin ne denli önemli olduğunu kanıtladığını ileri sürebilir. Her şey bir yana, atanan kayyumların böyle “kent yönetme” fantezilerine gerekli dersi vermediği anlaşılıyor; bunlara söylenecek laf kalmadı. 2019 yerel seçim sonuçlarını böylesine kavga konusu haline getiren nedeni, başka yerde aramak gerek. Devrim ile karşı-devrimin, iyice hassaslaşan karşılıklı dengeleri hesaba katıldığında, yaşananların hiç de şaşırtıcı olmadığı rahatça görülecektir.
Yine hemen belirtmekte yarar var. Sınıfların karşılıklı dengelerini belirleyen seçimler değildir; tersine, seçimler, olsa olsa, hassas dengelerin açıkça görülmesine vesile olabilir. Bu dengelerin seçimlerden tartışmasız çok daha önemli ölçütlerini görmek isteyen, kitlesel isyan patlamalarına sahne olan 8 Mart ve muhteşem Newroz eylemlerine bakmalıdırlar. Bu konuda seçimlerin eğer bir önemi olduysa, devimci sınıfların ve yakın müttefiklerinin tutumundan çok, karşı-devrim saflarında hüküm süren dağılma, bozguna yakın havayı açığa çıkartmış olmasındadır. Dinci-faşizmi ve tüm sermaye kesimlerini paniğe sürükleyen esas mesele budur. Henüz kampanya döneminde bu dağılmanın farkına varıldı. Dinci-faşizm, önce “beka sorunu”nu öne çıkartarak, karşı-devrim kitlesini toparlamaya çabaladı; bu yetmeyince “şimdi bize ders verme zamanı değil” diyerek, adeta yalvar yakar hale geldiler. Ama hiç bir ajitasyon, hiçbir baskı, karşı-devrim cephesindeki kopuşu önleyemedi ve büyük panik başladı. En ateşli dinci faşist yazarlar için bile, manzaranın özeti şu: “Sonun başlangıcı.”
Söz konusu kopuşun ölçüsü, çapı, tam olarak nedir diye, sorulacak olsa, bir rakam vermek oldukça zor. Çünkü, bizzat içişleri bakanlığının hazırladığı seçmen listelerinde ne kadar şişirme yapıldığını ancak iktidarın fethinden sonra anlayabiliriz. Yine de konuyu araştıranlar var ve onlar 2 ile 7 milyon arasında bir oyun çeşitli yollardan dinci-faşizmin hanesine yazıldığını iddia ediyorlar. Biz, daha temkinli davranalım ve açıklanan resmi sonuçlar ile, çeşitli anket şirketlerinin ortaya çıkardığı sonuçlara dayanan, iki farklı rakam üzerinden konuyu kısaca irdeleyelim.
Açıklanan sonuçlara göre, AKP-MHP, 3 milyon oy kaybı yaşamış görünüyor. Öyleyse, bu kopuşun, kesin olarak, 3 milyonun da üzerinde olduğunu varsayabiliriz. Anketçiler ise, seçimlerden hemen önce, özellikle büyük kentlerde “kararsızlar”ın, yani sandığa gitmeyeceklerin oranının %40 civarında açıkladılar. Bunun en az yarısının AKP-MHP tabanı olduğu söylendi. Yani, kayıtlı tüm seçmenlerin %20'sine denk gelen, en az 11 milyonluk bir “kararsız” oydan bahsediyoruz. İşini ciddiye alan anketçiler, bu denli kutuplaşmış bir politik ortamda, kararsızların olamayacağını, bu rakamın gerçekte, sandığa gitmeyi düşünmeyenleri ifade ettiğini söylediler.
İhtiyatlı bir tutum, her iki rakamın ortalamasını almayı ve küçük taşra kentlerinin daha az kararsız seçmenini göz önünde bulundurmayı gerektirir. Bu da bizi, 5 ile 7 milyon arasında bir rakama yaklaştırır. Özcesi, en kötümser tahminle %20, en iyimser tahminle %30'luk bir kopuştan söz edebiliriz. Sınıflar mücadelesinin karşılıklı hassas dengeleri içinde, en kötümser tahmin olan %20 bile ciddi bir kopuşu ifade eder; ayrıca, uzun iç savaş tarihinin oldukça kısa sayılacak bir kesitinde, yani haftalar, aylar içinde, mücadelenin seyrinin hangi yöne ve hangi hızla evrildiğini işaret etmeye yeter.
Dinci faşizm, sermayenin tüm zenginliğini, kokuşmuş basını ve diğer faşist baskı aygıtlarının gücünü arkasına aldığı sürece, bu %20'lik kayıpla baş edebilir, telafi edebilir. Ama geride kalan, en kötümser tahminle %80'in benzer bir dağılma dinamiğine sahip olması; dahası hızla değişen hassas dengelerde devrimin yeni bir atılım için fırsat kolluyor olması, bu kadarlık kopuşu bile, dinci-faşizm için en ciddi sorun haline getirmeye yeter. (Bu arada, seçim akşamı tüm televizyon kanalları geçerli oyların sayısını 42 milyon açıklamasına rağmen, sonradan bu rakamın bir anda 48 milyona yükselmesi, kayda değer bir başka garipliktir).
Dinci-faşizmin bir arada tutmaya çalıştığı karşı-devrim cephesi, sadece burjuvalardan teşekkül etmiş değil: Aksine, toplumun en altındaki yoksullardan en kaymak tabakaya kadar, toplumu oluşturan tüm sınıfların en çürümüş, tortu kesimlerini barındırıyor. Birbirinden çok farklı çıkarlara sahip bu kokuşmuş çorbanın asıl çimentosu ne siyasal islamdır ne de devletin bekasıdır. Bu çorba, dinci-faşizm onlara sürekli küçük rantlar, sürekli bir güç ve hak edilmemiş bir prestij sağladığı müddetçe, asıl öğelerine ayrışıp dağılmayacaktı. Ne var ki, bir yanda rant kapısını kapatan ekonomik çöküş; öbür yanda, muazzam baskı cenderesine rağmen geri adım atmayan devrimin kitle gücüyle yeniden alanlarda belirmesi, karşı-devrim çorbasında, farklı öğelerin birbirini özümseyemediği bu çorbada, çok hızlı kopuşları getirmeye başladı. İddia edilenin aksine, dinci-faşizmin diline doladığı “beka sorunu”, karşı-devrimci kitlelerin yakın gelecek kaygısını daha da alevlendirdi ve kopuşlara ivme kazandırdı.
Dikkat çekici iki yön daha var: ilki, bu denli aşırı kutuplaşma ortamında bile karşı-devrimin ciddi bir kopuş yaşamasıdır. İkincisi, önceki dönemlerde mevcut hükümete bir ders vermek için yaşanan kopuşların, başka gerici partilere doğru kayması söz konusu iken, bu kez savrulma, sandıklardan uzaklaşma yönündedir. Her iki olguyu yan yana getirdiğimizde, bu kopuşun, öfkeyle beraber bir çaresizlik duygusu tarafından tetiklendiği bir arayışa işaret ettiği ve devrimci saflara doğru bir adım olmasa dahi devrim karşısında “hayırhah” bir savruluşa kapı araladığı görülebilir.
Seçim sonuçlarına bakarak, devrim saflarındaki son durum da okunabilir. Son güne kadar seçim kampanyalarına ilgisiz kalanlar, oyların daha sayılmadan önce çalındığını bilerek ve hiç bir umut beslemeden sandığa gittiler. Ve sonuçların açıklandığı saatler içerisinde, bu umutsuzluk yerini bir zafer havasına bıraktı. Ne var ki, şimdi dinci-faşizmin İstanbul inadı, bu havayı çabucak dağıttı. Mevcut hükümete öfke duygularıyla devrime destek olan bu büyük kalabalıkların, bu denli keskin ve ani ruhsal değişim yaşamaları, olgunlaşmış bir devrimci durum için tipik bir manzaradır. Keskin ve ani ruh değişimleri, kimi zaman umutsuzluk sınırında bunalan ve enerjisini kaybeden öfkeye bir canlılık, bir hareket kazandırır. Dahası, karşılıklı dengelerin hassaslığını devrimci sezgileriyle kavrayan ileri kesimleri, eğer harekete geçerlerse, arkalarında ezici bir çoğunluğu bulacaklarına dair bir umut ve kanaatle donatır.
Hassas dengelerdeki bu değişimler mutlaka kendi sonuçlarını yaratacaktır.
Umut Çakır