23 Haziran İstanbul seçimleri, öyle görünüyor ki, ortaya çıkartıp sergilediği yeni sınıf dengeleri yönünden bir süre daha tartışılacak. Bu konudaki değerlendirmelerin ortak yanı şudur: İmamoğlu ve CHP kitlelerin öfkesini düzen içi kulvarlara çekti; tekelci sermaye muhalefet cephesini öne çıkartarak bir kez daha halkı aldatmayı başardı ve bu başarıda reformizmin önemli bir rolü oldu, vs vs. Burada dile gelen bir dizi tespit, aslında, kısırdır, meyve vermeyen bir ağaçtır.
Çünkü, tek yanlıdır. İmamoğlu'nu adeta jet hızıyla popüler hale getiren muazzam öfkeyi, bu öfkenin beslediği devrimci birikimi tümüyle görmezden geldiği için tek yanlıdır. Herhangi bir konuda halkın “aldandığı”nı söylemek, bu aldanışın gerçek koşulları açığa çıkartılmadıkça, hiç bir şey söylememek demektir.
Ortaya çıkan sonuç, ne tek başına CHP’nin geniş kitleleri aldatma misyon ve becerisiyle açıklanabilir, ne de oportünizmin faşizmi geriletme taktiğinin ikiyüzlülüğü ile. Geniş kitleler, İmamoğlu’nun peşine, kaynayan bir öfkenin bir birine yakınlaştırdığı üç büyük “halk blok”unun, birleşik bir mücadele arayışları ve arzularının sonucunda takılıp gitmişlerdir. Devrimin üç büyük “halk bloku” derken, neyden bahsediyoruz? İşçi sınıfı ve ezilenlerin farklı katmanlarını bir arada barındıran, aralarındaki fark daha çok, devrimci birikim, örgütlenme ve eyleme geçme tarzıyla biçimlenen, üç ana blok tespit edebiliriz.
1) Devrimci bilinçli kitleler: Kürt halk hareketi dışında, uzun iç savaş ve sert mücadelenin aydınlatıp bilinç kazandırdığı, sayıları milyonlarla ölçülen, kendini 8 Mart, 1 Mayıs, 2 Temmuz gibi zamanlarda gösteren partisiz yığınlar; 2) Mevcut düzenle bir derdi olmadığı halde mevcut hükümetle derdi olanlar: Politik niteliği faşist her iktidarın bol bol ürettiği bir kesimdir. Bunlar bir yandan ekonomik çöküş, öbür yandan muazzam politik baskının kışkırttığı uyanışla, politikaya yeni ısınan taze kuvvetler ile, daha çok yaşam tarzını tehlikede gören tuzu kurular topluluğundan oluşur ve 3) Ezilen ulus olarak Kürt halkı.
23 Haziran, bu üç büyük bloka bir kavşakta buluşma fırsatı verdiği için, kullandığı tüm hilelere rağmen dinci faşizme bu seçim yenilgisini tattırdı. Devrimin üç ana bloku, mücadele deneyimlerinden çok önemli bir ders çıkarmış bulunuyor: Tek başına hiç bir blok, dünyanın en kanlı ve gerici faşist iktidarlarından birisi karşısında, geleceğini güvence altına alamaz, onu yere seremez. Öncekiler bir yana, 95 Gazi-Ümraniye ayaklanmaları, 6-8 Ekim silahlı serhıldanları ve 17 Nisan- 24 Haziran günlerini takip eden yaygın eylemler, bu tarihi dersi en geniş kitleye kabul ettirdi. Gezi’nin gücü, bu birlikteydi. Görüldü ki -İstanbul örneğiyle yetinirsek- Esenyurt olmadan Gazi mahallesi, Gazi olmadan Beşiktaş Çarşı, bir yere varamıyor. Bu birleşimin vadettiği zafer öylesine yakıcı bir ihtiyaç haline geldi ki, daha ne İmamoğlu ne de siyasi partiler parmaklarını bile kıpırdatmamışken, alanlar çağrısız, jet hızıyla bir araya gelen dev kalabalıklara şahit oldu. Burada sözünü ettiğimiz sınıf dinamiklerinin, tüm yurt çapında geçerli olduğu, Karadeniz’de, dinci-faşizmi paniğe sürükleyen bir dalgayla birlikte görünür hale geldi.
Devrimin bu üç ana blokunu hem daha yakın ilişkilere zorlayan ama hem de onu tutarsız bir yığına dönüştüren, çeşitli nesnel ilişki ve etmenlerin altı çizilmeli. Bu blokların sıkı biçimde birleşmesini güçleştiren etmenlerden birisi şudur: Devrimin bilinçli kitleleri ve yoksul Kürt halkı sefalet ve geleceksizlik içinde boğulurken; daha çok tuzu kuruların ön plana çıktığı ikinci blok, mevcut iktidara, yaşam tarzını tehlikede gördüğü, dinci-faşist blokaj yüzünden layık olduğu yerlere ve konuma gelemediği, nüfusun çoğunluğuna yöneltilmiş açık terörist yöntemlerin bu kesimlerdeki konformizmi tehdit ettiği... için mücadelenin aktif tarafı haline gelmişlerdir. Bu farklılık, geleceğe dair siyasi-ekonomik beklentilere yansıdığı ölçüde, birleşmeyi zorlaştıran bir rol oynuyor.
Bizzat uzun iç savaş, devrimin üç farklı bloku arasına, zorlaştırıcı başka ögeler soktu. Kürt halkı, tuzu kurulara ve diğer devrimci yığınlara belli bir güvensizlikle yaklaşıyor ki, bu tutumu haklı çıkaran nice utanç verici suskunluk anları yaşanmıştır. Tuzu kuruların sürüklediği blokta şovenizmin etkileri zaman zaman belirginlik kazanmaya devam ediyor.
Bir başka açıdan, bu üç blokun nüfus olarak yoğunlaştığı yerler, aynı kent içinde bile farklıdır. İstanbul’da Esenyurt, Gazi, Beşiktaş; Ankara için Mamak, Batıkent, Çankaya, sırasıyla, Kürt halkını, devrimci yığınları ve tuzu kuruları ağırlayan semtlerdir. Bu mekansal ayrılık, bilinçlenme ve kültürel şekillenmedeki farklılıklar ile yan yana geldiğinde, sonuç şu oluyor: Devrimin üç blokundan her hangi birisi, salt kendini ilgilendiren bir konuda ayağa kalktığında, diğer bloklar kendiliğinden sele kapılan taşlar gibi birbirini izlemiyorlar. Şu veya bu blokun damgasını taşıyan bir hareket, birlik oluşturmaya yetmiyor. Bunun için, ya tüm sınıf ve katmanları derinden sarsan ciddi bir ekonomik-siyasi çöküşü beklemek gerektir; ya da Gezi’nin ağaçları gibi, olmadı, ancak çocuklara yakışır politik hamlığını bir deha ürünü sanan İmamoğlu gibi figürler gerekir. İmamoğlu, sevgi ve vicdana dair, ancak ergenlere umut olabilecek lafları ile hiçbir bloka özgü bir şahsiyet görünümü vermediği için, bir araya gelmenin uygun bir bahanesi olabildi.
Deniliyor ki, İstanbul seçimleri sayesinde halk artık korku duvarını aştı, önceki dönemin suskunluğunun nedeni, bedel ödemekten çekinmekti. Şimdi bu kavrayışın yanlışlığı daha iyi anlaşılıyor olmalıdır. Önceki kısa bir dönemde, geniş yığınlar kısmi protestolara yanıt vermediler. Çünkü, zafere çok fazla ihtiyaçları var ve zafer de ancak bu üç bloku bir araya getiren gelişmelere bağlıdır. Her kısmi eylem, ezilmeye mahkumdur ve kitleler, özellikle Kürt halkı, bu bilinçle hareket etti, tutum aldı. Onları yönlendiren duygu korku değil, faşizmin devrimin bir kolunu kolayca ezip ucuz bir zaferle moral üstünlük ilan edeceği yerlere gitmeme bilgeliğidir.
Gelelim meselenin nirengi noktasına. Bu üç blokun en temel eksikliği, proleter sınıfın hegemonik etkisidir. Sadece proletarya, birbirinden farklı eğilim ve tutumlara sahip blokları bir araya getirebilir, sağlam politik karakter kazandırabilir. Bu eksiklik kendini hissettirdiği sürece, zaman zaman kimi kavşak noktalarında buluşan bu üç blok, tutarlı bir siyası çizgi yaratamayacak, yalpalamalar keskin olacaktır. Öyle ki, sabaha sandıklara umutsuzlukla dolu uyanan milyonlar, akşama boş umutlarla coşabiliyorlar. Bir gün, düzen içi yolların ve çağrıların egemenliği, diğer bir gün alanlarda devrimci kavga arayışları. Proletarya, kendi dar meslek çıkarlarından sıyrılıp genel sınıf mücadelesinin politik ihtiyaçlarına cevap olursa, hegemon güç haline gelir.
Kimilerince, işçiler, birlikte davranışlarıyla dayanışma refleksi ve grevlerle, toplumun ezilen kesimlerine böyle örnek olmalı ve kendi hakkını hukukunu savunmalarına ön ayak olmalıdır. Bu tarz bir hareket, en başa dönmektir. Uzun mücadele birikimini sıfırlamaktır, mücadeleci kesimleri sürekli kaybedilen hakların çevresinde dönüp duran dolap beygirine çevirmek demektir. Eğer devrimin tabanını oluşturan kitlesel bloklar, sadece hak peşinde koşuyor olsalardı, diğer kesimlerle birliği bu denli arzulamazlardı. Böyle büyük, dinmeyen, ateşi düşmeyen öfke, hasmını yere serme zorunluluğunun kavranmasından beslenir. Sınıflar arası politik sınır çizgisi buradadır. Bu sınırın bir adım gerisi, “faşizmi geriletme, sokakta elde edileni sandıkta pekiştirme” gibi türlü çeşit kılıklarda karşımıza arzı endam eyleyen düzen içi yollara çıkar. Proletaryanın karşılaması beklenen hareketin ihtiyacı, tam da, bu birlik arayışını, öfkeyi kabartan siyasi temeli ileri taşıyacak politik şiarlardır. Ve bunlar, Leninist Parti tarafından, Geçici Devrim Hükümeti başlığı altında ilan edilmiştir.
Umut Çakır