Günler boyu süren gizli toplantılar sonucunda, ABD ve Türkiye sınırda bir tampon bölge üzerinde anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Üzerinden bir hafta geçmesine rağmen, en fazla merak edilen hususlarda bile (derinlik ve uzunluk) nasıl bir anlaşma imzalandığına dair hiç bir resmi açıklama yok.
Rojava Toplum Kongresi -Tev-Dem- sözcüsü, anlaşmanın “de facto” (fiilen) tanıma anlamına geldiğini ifade etti. Özellikle Ergenekon davalarında ismini duyurmuş emekli generaller de benzer yorumlarda bulundular. Bir egemen ülkenin, hasmını “de facto” tanımasının aslında “şu an gücüm yok ama koşullar uygun olduğunda gırtlağına çökerim” anlamına geldiğini unutmadan, Kürt kanı içme üzerinden ittifak yapan iki partinin, böylesine önemli bir tutum değişimi konusunda bu denli sessiz kalmaları açıklamaya muhtaçtır.
Görüntüyü netleştirebilmek için bir kaç parazit yalanı devreden çıkarmak iyi olur. Tüm faşist basın korosunun tekrarlayıp durduğu efsaneye inanacak olursak, ABD sınıra yapılan devasa yığınağı gördü ve Ankara’yı vazgeçirebilmek için alelacele heyet gönderdi. Oysa ABD’li heyeti Ankara’ya davet eden dinci-faşizmdir. Geniş çaplı İdlib operasyonu için TC’nin sessiz kalmasına ihtiyacı olan Rusya, bir sabah herkese sürpriz yapıp S-400 parçalarını göndermeye başlayınca, Pentagon’da çok sert bir açıklama için basın iki kez çağrıldı. Ancak, muhtemel sonuçlarından biri, felaket bir dolar şoku olması beklenen bu Pentagon açıklaması, iki kez son anda ertelendi, çünkü dinci-faşizm, önemli konularda politik tutumun netleşeceği anlaşma için bir heyeti Ankara’ya davet etti. Sözü edilen “devasa askeri yığınak” ise, 2014 yılından bu yana varlığını koruyan bir durumdu. Böylece, bir heyet Ankara’da, diğeri sınırın öte yakasında, SDG’nin kabul edebileceği bir formülasyon bulmak için uzun toplantılar başladı. ABD açısından bu görüşmelerdeki asıl hedef, Rojava’nın bir tampon bölgeyle korumaya alınması değil; Ankara’daki dinci-faşist hükümetin ABD ve Rusya arasındaki çatlaklarda oyunlar çevirmeye son vermesidir.
ABD’nin Suriye’de izlediği politika, bölgesel dengelerden çok, yaşamsal önemde küresel bir stratejinin parçasıdır. Bu konuya öylesine önem verdi ki ABD, bu stratejik adımlarda ayaklarına dolanıp duran Türkiye’yi, NATO’dan çıkarma ile tehdit edecek noktaya geldi. Ankara'da heyetler görüşürken ABD, sınır hattına Katar’dan savaş uçakları kaydırdı, muazzam bir mühimmat yığdı. Bütün bunları, IŞİD’le mücadele ortağı SDG’ye vefa borcu için yapmadığını çocuklar bile anlar. Öyleyse, meseleyi bu denli önemli kılan nedir, ona bakalım.
Hegemon konumunu kaybetmiş olsa da ABD, politikalarını kıtalararası ölçekte kurgulamayı sürdürüyor. Bu kıtalararası politikanın en önemli ögelerinden birisi, dünya ticaret yolları üzerindeki denetimdir. Dünya ticaret ağının dört önemli geçiş noktası var, üçü ABD’nin kontrolünde: Panama, Malakka Boğazı ve Süveyş. Siyonist İsrail devletinin esas görevi, Süleyman mabedini korumaktan çok, Süveyş’i kontrol altında tutmaktır. Tüm kapitalizm boyunca, amansız bir ticari rekabetin baskısı altında şekillenen sınaî alt yapı, büyük limanların çevresinde yoğunlaşmıştır. Bu konuda, emperyalist kapitalist dünyanın en önemli istisnası Almanya’dır. Ve elbette, eski sosyalist blok ülkeleri, sınaî alt yapıyı limanlara bağlı kalmadan geliştirmiştir.
Almanya, emperyalist rakibi İngiltere ve Fransa’nın çıkış yolunu kapatması nedeniyle, ticareti deniz üzerinden değil, demiryolları üzerinden kurgulamak zorunda kalmıştı. Birinci paylaşım savaşında Berlin-Bağdat demiryolunun oynadığı rol hatırlanmalı. Almanya ne zaman küresel bir hegemonya atılımına girişse, bir demiryolu hattı üzerinden dünya ciddi saflaşmalar yaşamıştır. Ancak bu kez, konunun merkezindeki hat, Almanya’dan başlamıyor fakat burada bitiyor. Çin’in “Tek Kuşak-Tek Yol” projesinden bahsediyoruz.
İlk defa dile getirildiği 2013 yılında kimsenin ciddiye alır görünmediği Tek Kuşak-Tek Yol projesi, 5 bin metre yükseklikteki devasa Tibet platosunu, dünyanın en yüksek ikinci sıradağları olan Karakurum’u ve Pamir’i aşıp, Pakistan içinde yol almaya başladıkça, projeye ilgi arttı. Çin, bu proje sayesinde, bir taşla iki kuş vurdu: Kıtalararası ticaretin Malakka Boğazı ve Süveyş’e olan bağımlılığı ortadan kalkıyor, ABD’nin elinden çok önemli bir koz alınıyordu. Diğer yandan, demiryollarıyla üç ayı bulan mal ticaretini üç haftaya indirme vaadiyle hızlı tren hattı, kuşkusuz, en başta Almanya’nın ilgisini çekti. Hemen belirtelim; emperyalist iştahı kabaran Almanya, özellikle eski sosyalist blok doğu Avrupa ülkelerinde uyanan Çin etkisini görünce, bu projeye ikircikli bir destek sunmakta.
Çin’in yeni İpekyolu’nun geçtiği iki ana karayolu güzergâhı var. İlki boydan boya Rusya’yı kat ediyor ve bu nedenle ne Çin’e yeni nüfuz alanları vaadediyor ne de canlı bir ticari faaliyet. Oysa diğer güzergâh, Pakistan ve İran üzerinden Irak ve Suriye'ye ulaşıyor. Buradan Akdeniz limanlarına veya Türkiye üzerinden tren ve karayoluyla Avrupa’ya uzanmak mümkün. Çin’e küresel düzeyde ittifaklar dizisi vaadeden hat bu.
Hegemonik çöküşüne nihai bir darbe vurmaya aday bu girişimi önlemek, ABD için hayati önemde. Ve güzergâhı en uçtaki çıkış noktasından kapatmak derdinde. Fırat’ın doğusu ve Suriye çölündeki askeri üsler, Çin’in Tek Kuşak-Tek Yol projesine yönelik açık bir tehdittir. Yol henüz çok uzakta fakat barikatlar şimdiden kuruluyor. Barikatın ikinci ayağı Doğu Akdeniz’de kurulmakta. Kıbrıs adası çevresinde bulunduğu varsayılan, fakat büyük ölçüde abartı taşıyan doğal gaz rezervleri üzerinden, adanın çevresi parsel parsel bölündü; her ülke ve büyük petrol tekeli, kendine bir ekonomik bölge ilan etti. Öyle ki, Çin’den gelen ticari kara bağlantısının limanlardan Akdeniz’e akışının önü, büyük ölçüde kesiliyor.
Emperyalist hegemonyayı derinden tehdit eden bu çıkar çatışmasının uç noktası olarak Suriye’de olan biteni anlamak, bu bilgiler ışığında daha net. Yakın zamana dek dinci-faşizmin, hem Rusya hem ABD’ye kendi isteklerini dayatması kolaydı, çünkü bu bölge üzerindeki denetim her iki güç açısından son derece önemli olsa da, meseleye son noktayı koyacak gelişmeler henüz uzaktaydı. Oysa şimdi, omuzu üzerinden ateşler edilen tüm kuklalar aradan çıktı ve kesin karar noktasına gelindi. Sahadaki esas aktörler olarak ABD ve Rusya son kozlarını oynadılar ve Türkiye’yi bir karar vermeye zorlamaya başladılar. Rusya, İdlib’i ateşe boğup, sürpriz S-400’ler sevkiyatıyla; ABD ise Rojava kartını öne çıkartarak.. Amerikan basını Cemil Bayık’a açıldı, İnterpol Türkiye’nin istediği listeyi arananlar kategorisinden sildi, ciddi bir döviz bunalımına kapı aralayacak yaptırımlar ilan edilecekti ki, dinci-faşizm, kendisi için bir seçenekten çok, bir zorunluluk haline gelen kararı verdiğini Washington’a bildirdi.
Sözkonusu anlaşma, pek çok belirsizlik taşıyor. Belirsizliğin nedeni, onlarca farklı güç ve öge tarafından belirlenen küresel bir çıkar çatışmasının parçası olmasındandır. Bu güç ve ögelerin hemen yarın ne olacağı, hangi ittifaklara doğru kayacağını kimse bilmiyor. En başta ABD bilmiyor. Bu nedenle, Rojava halklarını, tampon bölgeyle korumaya alındıkları düşüncesinin tehlikelerinden haberdar etmek yerinde olacaktır. ABD’nin ilgilendiği Kürt halkının özgürlüğü ve statüsü değildir, Fırat nehri civarındaki askeri varlığını korumaktır. İleride koşullar uygun olduğunda, bunu NATO müttefiki TC ile yapmak konusunda hiç tereddüt göstermez.
Bu büyük çıkar çatışmasında nihayet tarafını belli eden dinci-faşizmi kötü günler bekliyor. Cehennemin fitili İdlib’de yanmaya başladı bile. Rusya, yolladığı S-400’lere rağmen, ağırlığını ABD’den yana koyan TC’ye ders vermek için, cihatçı katil sürülerini sınıra doğru kovalamaya başladı. Bir beladan kurtulduğunu sanan dinci-faşizm, çok daha berbatını kucağında buluyor. Sınıra doğru sürülen şeriatçı katil sürülerinin, süregiden uzun iç savaşta, birleşik devrimin karşısına çıkarılacağından kuşku duymamak gerekiyor. Tüm gelişmeler, kanlı çatışmalara sahne olacak nihai kapışmanın yaklaştığına işaret ediyor.
Umut ÇAKIR