Karanlığın Yüreği adlı romanında Joseph Conrad; bir sömürge ordusu subayının ormanın derinliğinde yaşayan bir kabile üzerinden kurduğu, kanlı despot bir medeniyeti işler. Kabile üyelerinin gözünde firari subay bir tanrıdır, kahreder ve esirger, mutlak güç timsalidir.
Sömürge ordusu firari üyesinin izini bulur ve onu, kurduğu uyduruk medeniyetiyle birlikte yok eder. Kan, ateş ve gözyaşları arasında Albay Kurtz, kurduğu her şeyin yanıp kül oluşunu seyrederken, son nefesini bir haykırışa harcar: Dehşet! Dehşet! Dehşet!
Şimdi bakın hele bir yönetenlerin gözüne, aynı dehşeti göreceksiniz.
Kapitalist toplumda hiçbir sınıf diğerinden yalıtık değildir. Yukarıdakilerin içine yuvarlandığı dehşet, benzer ölçeklerde ama bambaşka sonuçlarla, yönetilenlere de yansır. Çünkü milyonların içinde nefes aldıkları atmosfer duman ve zehre boğulmuştur; tutundukları dallar kırılmıştır, o güne dek yaşamayı değerli kılan ne varsa yok olmaya yüz tutmuştur, geriye derin hayal kırıklığı ve dehşetli bir öfke bırakarak.
Kimi bilimcilerin, şimdi yaşanan pandemiye dair, geçmişteki kolera, veba veya İspanyol gribiyle kıyaslayıp çok büyük bir felaket olmadığına ilişkin fikirleri, kıyaslama ölçüleriyle doğrudur. Ancak, günümüz pandemisini benzersiz kılan, onun, dört yüz yıllık kapitalist medeniyetin çöküşüyle eş zamanlı ortaya çıkışı ve çöküşü hızlandırmasıdır.
Tarih kitapları, Birinci Dünya Savaşı'nın bütün dehşetini anlatırken, 33 milyon insanın ölümüne yol açan İspanyol gribine ya hiç yer vermez ya da pek az yer verir. İnsanlığın kolektif belleği, dehşet anlarını, yani kurulu uygarlıkları çökerten ya da çökme eşiğine taşıyan anları en kalın çizgilerle kaydeder. Böyle anlarda, kurulu medeniyeti yöneten sınıfların bastırdığı, gizlediği tüm temel çelişkiler, en keskin dinamikleriyle kendilerini sergilerler, “küçük insan”ın kurulu düzeni bozulur, tüm güvenceleri buhar olur ve tüm geri dönüş limanları alevlere yenik düşmüştür. Çalışmak da ölümdür, çalışmamak da...
Yılların çabasıyla yatırım yapılan her şey çöker, gelecek planları biter, günü kurtarmak dahi mümkün olmaz. Bu manzarayı herkesten daha bütünlüklü görecek konumdaki yönetenlerin kapıldığı dehşet duygusu, onları her adımda bir “cami duvarına pisleme”ye iteler: Çünkü, medeniyetin çöküş anlarında, insanlığın kurtuluşu adına umutlar vadeden ne varsa, daha ileri bir medeniyetin ögesidir.
Kapitalist medeniyetin tüm mekanlarında, kapitalist ülkelerde benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Pandemi, süregiden küresel iç savaşın ortasına nükleer bomba misali düştü ve toprak altında gizlenen ne kadar çelişki varsa, havalara savurdu. Dünyanın emekçi sınıfları, en temeldeki çelişkileri sezinledikleri için başlamıştı küresel iç savaş. Şimdi ölüm, hastalık ve açlıkla sınanan köklü bir kanaat halini alıyor. Kapitalist medeniyetin çekirdeğindeki “üretim için üretim” mekanizması, bundan daha yalın bir biçimde kavranamazdı. İnsanların ihtiyaçları için değil, ama sermaye birikiminin sürekliliği için... pandemi günlerinde kırk derece ateşle tezgah başında ter döken bir işçi, şimdi bunu derinden kavrıyor.
Marx’ın “yabancılaşma” kavramı üzerine ciltlerle kitaplar yazıldı ve yazılmaya devam edilecek. Her zaman olduğu gibi kitleler, kitapların işlediği en karmaşık ilkeleri ve kavramları, yaşamın pratiğinden öğreniyorlar; kapitalist meta üretiminde çalışmanın yaşamı devam ettirme aracı değil, ama yaşamı doğrudan tehdit eden bir araç olduğuna dair, üstü kat kat örtülü o gizem şimdi yalın, yakın, somut ve de yakıcı bir gerçeklikten başka bir şey değil.
Burjuvazinin halen daha böbürlenerek dile getirebildiği ve kitlelerin gözünde kendi varlığına bir gerekçe bulabildiği tek alan kalmıştı: Bilimsel gelişmeleri üretime uyarlama çabası... Bu çabanın görünen yüzü, elden ele dolaşan teknolojik oyuncaklar ve sağlık teknolojileriydi. Yine de pandemi, bu böbürlenmenin altında yatan çürümüş ilişkilerin kabuğunu soydu. İnsanlık, türünün devamını tehdit eden hastalık karşısında tüm güçlerinin salgını yenmeye odaklanmasını beklerken, milyonlarca çalışan teknolojik oyuncaklar, yatlar, marinalar, rezidanslar üretmeye devam ediyor. Keza, sağlık teknolojilerinin insanları hastalıktan korumak için değil, onlara kutu kutu ilaçlar satmak için tezgahlandığı açığa çıktı.
Oysa sosyalist medeniyet ilacı değil, aşıyı ön palana çıkarmıştı; sağlık hizmetleri tedaviye değil, toplumu hastalıktan uzak tutmaya odaklanmıştı. Küba ve Kore DHC, Vietnam salgından hiç etkilenmediler. Çin ise, ancak sosyalizme özgü önlemlere başvurarak salgının üstesinden geldi. Ve nihayet, sosyalist medeniyetin mirasını tüketmekle meşgul Rusya, yüzde yüz etkili aşıyı insanlarına ulaştırmaya başladı. Yani insanlık için umut, teknolojik oyuncaklar ve haplar üreten Silikon Vadisi’nden değil, ama sosyalist medeniyetin bizzat içinden ve hatta onun sağda solda varlığını hissettiren küllerinden doğup gelişiyor.
Bu gelişmeler karşısında dehşete kapılan burjuvazi kendinden bekleneni yaptı. En katı sosyal kapanmayı uygulayan sosyalist ülkeleri ve Çin’i despotlukla suçlamaya kalktı. Bu suçlama komik duruma düşünce, bu kez en gerici kitleleri salgın önlemlerini protesto için sokaklara sürdü. Şimdiyse, insanlığı bu beladan kurtaran aşıyı görmezden geliyorlar. Buna “cami duvarına pislemek” denmez de, ne denir?
Yaşadığımız topraklarda hüküm süren atmosfer, dünyadan farklı değil. Kapitalist medeniyetin bu topraklarda boy veren tüm bağları çözülüyor. Çünkü, çalışan kitleleri burjuvaziye karşı ya sessizce boyun eğmeye ya da en kötüsünden bir uzlaşmaya çağıran o yumuşak beşik yani küçük ticaret ve meslek sahipliği ateşler içinde.
İstatistik rakamları, yaşanan felaketi kavramaya yetmez. İnsanlar, yaşamlarını adadıkları ve kutsal saydıkları mesleklerini bile terk ediyorlar. Tam da salgının orta yerinde, istifa eden sağlık çalışanlarını kim suçlayabiliyor? Hiç kimse. Çünkü onları bencillik değil, ama süregiden medeniyetin üzerine inşa edildiği üretim ilişkilerine tepkileri yönlendiriyor. Bu çürümüş ilişkiler içinde kaldıkça, çabalamaya değer hiçbir kutsallık bulamayan insanların sayısındaki artış, uygarlık bunalımının en sert yüzüdür.
Kutsallığın yıkılışı, meslek sınırlarından ibaret değil. Bu topraklarda hastalığın yayılmasında dinci gericiliğin rolünü ezici çoğunluk biliyor. Sakarya Akyazı’da bir tarikatın merkez dergahı çevresinde toplanan halk, binayı taşladı. Akyazı gibi bir yerde, kutsal sayılan bir mekanın taşlanması, dikkate değer bir gelişmedir. Bunu, salt bir çocuğun tacizine duyulan öfke olduğunu sanmak, eksik bir kavrayış olurdu. İnsanların bir kısmı, her şey yolunda giderken bir anda beliriveren felaketler karşısında, dine sığınmayı seçerler. Oysa burada tam tersini görüyoruz. Çünkü felaket, yolunda gitmeyen bir şeylerin bizzat sonucudur. Böyle bir durumda dinci gericilik, öfkenin ve utancın hedefi haline gelmeye başlar.
Pandemi, bir başka kutsal sığınağı, kapitalist toplumun aile kurumunu da tahrip ediyor. Felaketler, savaşlar, krizler ve toplumsal altüst oluşlar karşısında aile, bu sınıflı toplumun güven dolu sığınağı, limanıdır. Orada, konformizmin tüm uyuşturucu ögeleri bulunabilir: Güvenli bir ortam, gelecek planları ve elbette günü kurtaracak dayanışma. Ama bu kez kriz, hastalık, işsizlik, açlık ve önüne geçilemeyen şiddet biçimindeki mahşerin dört atlısıyla kapıların altından sızıyor: Ya hep beraber ya hiç birimiz diyen kurtuluşun evrensel çağrısı, aile içi konformizmin enkazı üzerinde tütmeye başlıyor.
Bu esnada, sağolsunlar, dinci faşizmin sözcüleri, cami duvarını hiç boş geçmiyorlar. Nüfusun %87’si, hastalığa karşı tek sosyal önlem olan uzun süreli tam karantinayı desteklerken, dinci faşizm onları, bireysel sorumlulukları yerine getirmemekle suçluyor; kafaları daha ötesine çalışmadığından değil, o daha ötesinden korktuklarından... Yetmiyor, insanlık adına kendilerini feda eden sağlık çalışanlarını “hain” ilan ediveriyorlar. Gösteriş uğruna kalabalıkları marketlerde, otoyol açılış mitinglerinde toplanmaya zorluyorlar. Kısacası, şu sıralar, dehşetle kafayı yememiş bir yöneticinin yapmaması gereken ne varsa, yapmadan duramıyorlar, adeta cami duvarı onları kendine çekiyor.
Her uygarlık krizi, içinde taşıdığı yeni bir uygarlığın tohumlarına olağanüstü bir yaşam enerjisi aşılar. Marx’ın “katı olan her şey buharlaşıyor” dediği andır bu. Aynı duygu, yani dehşet, burjuvazide ne yaptığını bilmez bir panik, emekçilerde önünde durulmaz bir öfke biriktiriyor.
Tarihin böylesine keskin çatallandığı dönemlerde, evrensel kurtuluşa yönelen çağrılar kadar, başka hiçbir şey insanlığı topyekun harekete geçirme gücüne sahip değildir. Günlük politikayla tarihsel hedef, hiç bu denli çakışmamıştır.
Umut Çakır