< Devrimin Tükenmeyen Pınarları

Bir süredir devrim ile karşı-devrimin nihai kapışma için hazırlandığını, güç ve moral depoladığını ileri sürüyoruz. Hafta geçmiyor ki, bu iddiamızı pekiştiren yeni gelişmeler olmasın. İlk bakışta basit görünen ama ciddiyetle ele alınması gereken iki gelişmeye işaret edelim.

İlki, üniversite sınavını kazanan gençlerin tercihte bulunmaması. Kazandıkları puanlar, ancak, yabani ot gibi her şehri kaplayan gecekondu üniversitelerine yetiyor. Buralarda sadece bir mesleğe, kaldırım mühendisliğine hazırlandıklarını anlamak için bu gençler, neden 2017’yi bekledi? Birden ortaya çıkan ve çapıyla herkesi şaşırtan bu olgu, gecekondu üniversitelere duyulan güvensizliği aşan bir başka duruma işaret ediyor. Gençlik, ki onların ellerinde sadece umutlu bir beklenti vardır, şimdi gelecek planlarını erteliyor. Sadece onlar değil, aileleri de… Ancak kendilerine dayatılan yaşama öfke duyan ve bu arada gelmekte olan bir başka “şey”e umut bağlayan gençlik, gelecek planlarını erteler.

Diğer gelişme, bir futbol maçında yaşandı. Şımartılarak azgınlaşmış bir taraftar grubu, hasım bellediği tribünlere “PKK Dışarı” diye tezahürat yapınca, cevabı aynı sertlikte aldı: “IŞİD dışarı”. Sıradan hayatlarının bir parçası olarak tribünleri dolduran sıradan insanların, bir anda böylesine aşırı kutuplara savrulması, nihai kapışmaya dolu dizgin gidişin işaretlerinden biri sayılmalıdır. Stadyumların alışılageldik şoven atmosferinden yararlanıp, hasım taraftarları “terörist” diye yaftalamak, onları sindirmenin kolay yolu gibi görünmüş olmalı. Fakat artık şovenizm, stadyumları bir arada tutmaya yetmiyor. Sıradan insanlar bile, azgın karşı-devrimcilerin gözüne korkusuzca bakıp meydan okuma gereği duyuyor. Denecek ki, altı üstü bir futbol maçı, ne çıkar bundan? Asıl mesele de bu ya! Altı üstü bir maç ama farklı tutum içindeki kalabalıklar, en sıradan olaylar karşısında bile, ani, sıçramalı ve keskin bir kutuplaşma içine giriyorlar. Gelecek planlarının ertelenmesi, ani ve keskin kutuplara savrulmalar; bunlar, son derece sert bir kapışmaya hazırlanan kitlelerin, ayaklarına dolanan önyargılardan, onları uysal birer vatandaşa çeviren alışılageldik fikir ve ruh hallerinden hızla uzaklaşıldığına dair, somut, açık olgulardır.

Devrimci gelişmeler karşısında net bir politik tutum koyması gereken öncü bir parti, tek tek olaylarda kendini ele veren ruh hallerini kalıcı ve inatçı bir olguya çeviren; şu veya bu kesim bazında şahit olduğumuz öfke ve umutsuzlukla karışık arayışı, milyonları saran toplumsal bir gerçeklik durumuna yükselten daha temeldeki unsurlara dikkatini vermelidir. Bu daha temel unsurların en başta gelenleri, iktisadi çöküş, siyasal kriz ve bu ikisini besleyen uluslararası karmaşadır. Yukarıda değindiğimiz ruh hallerinin temeline inmek için, bu unsurların genel analizini her adımda yeniden yapmak gerekiyor. Öncü parti, devrimin tamamen nesnel bir değerlendirmesine dayanarak politik konum belirler, devrimin tükenmeyen kaynaklarına iner. Onu sabırlı ve inatçı bir çalışmaya iten, fındık kabuğunu bile doldurmayan meselelerde sanki göktaşı yumurtluyormuş gibi caka satan küçük burjuva siyasetlerden ayıran çizgi buradadır.

II

İktisadi bir çöküşten söz edilebilir mi? Evet edilebilir. Yayınlarda, 2008’i aratacak boyutta bir ekonomik depresyon dalgasının gelişimine dair çeşitli değerlendirmeler yer aldı. Henüz bu küresel dalga geniş çaplı iflaslara yol açmamışken, Türkiye ekonomisi üzerine çizilen tablo giderek kararıyor. Konunun uzmanları bir yana, emekçiler arasında, %70 oranında krize dair endişeler dile geliyor.

Bu topraklarda emekçi kitleler, ekonominin nabzını enflasyon ve faiz yükselişlerinden, doların fiyatından ölçmeye alışkındır. Geçmişe oranla faiz ve enflasyonun oldukça düşük görünmesine rağmen, halkın ezici kesiminin ekonomik bir krizden sözetmeleri, kapitalizme özgü uzlaşmaz çelişkinin bilinçlere yansımasıdır. Burjuvalar için işler ne kadar iyiyse, emekçiler için o kadar kötüdür. Ama durum, sermaye için bile, yeterince kötü.

Bankalar son üç ayda, %40 gibi olağandışı bir kar oranı açıkladılar. Elbette, sözünü ettikleri bilanço karıdır. Yani, henüz tahsil edilmemiş alacaklar üzerinden hesaplanan kar. Yine de, eğer bankalar karlarını ikiye, üçe katlamaya başladıysa, biliriz ki orada sınai ve ticari çöküşün eşiğine gelinmiştir. Çoğunluğu küçük ve orta işletme, 280 bin firma, fahiş düzeylerdeki faizlere razı gelerek, bankalardan “can suyu” aldılar. Bol keseden dağıtılan, yatırıma değil, borç ödemeye giden bu kredilere hükümet hazine garantisi verdi. %40 karın altında, hazine yağması var.

Hazine, toplanan vergiler, kamuya ait işletme gelirleri ve bunları teminat gösterip çıkarılan borç tahvilleri ile doldurulur. Bir kararnameyle kurulan Varlık Fonu, kamu işletmelerini borsa ve bankacıların insafına terk etti, vergiler ise toplanamıyor. Maliye Bakanı, KDV’nin sadece %24’ünü tahsil ettiklerini açıklıyor. Hükümet, bir türlü dolmayan hazineye ve iyice gaz verilen kamu harcamalarına kaynak bulmak için durmadan tahvil çıkarıyor. Ancak, dikiş tutmayan ve ipotek altındaki hazineyi teminat gösterip tahvil satma hiç kolay değil. Bu yüzden faizler dik bir çizgiyle yukarı doğru tırmanmaya başladı. 25 milyon emekçi, ceplerinde taşıdıkları el bombalarının, yani kredi kartlarının pimini çeken bu gelişmeleri, yürekleri ağızlarında izliyorlar.

Hükümet, ekonomide duran çarkları harekete geçirmek için, hazineye ipotek koyan krediler dağıtmakla kalmadı, gereksizliği dillere destan projelerle devlet harcamalarına hız verdi. Ve sonuç: Bütçede kapanmayan açıklar. Bu açığı kapamak için ya para basılır ya da borçlanılır. İlk yolu tam ilhak koşulları kapattı, bağımlı ülkelerin para basma özgürlüğü yok. Borçlanmak ise ikinci açığa ödemeler dengesi açığına neden olur. Hem bütçede, hem ödemeler dengesinde görünen ikiz açık, her ülke için kırmızı alarm sinyalidir. Şimdi hükümet bu olumsuz tabloyu gizleyebilmek için, akla sığmayan işler çeviriyor. Mesela, altın ticaretinde ayda yüzde 1400 (bin dört yüz!!) artış gibi. Ama herkesi aptal bir tek kendini akıllı sanan madrabazın oyunu, ödemeler dengesinde bozulmanın, resmi açıklamayı kaldıramaz boyutlarda olduğunu kanıtlamaya yaradı yalnızca.

Tüm bu veriler, yalnızca bir yıl içinde sanayi sitelerinden kovulan 100 bin işçi, kepenk kapatan 200 bin esnafla beraber okunduğunda, çöküşün durdurulamaz hızda ve boyutta ilerlediği gerçeğine işaret ediyor. Dinci faşizmin altındaki toprak, sadece kaymıyor, tam anlamıyla altüst oluyor. Delik bütçe ve ödemeler dengesiyle ipotekli hazineyle baş başa kalan hükümet, şimdi keskin bir ayrım noktasında. Ya kendine yandaş tekelleri beslemeyi kesecek ya da en az 8-10 milyon oy getiren sosyal yardım ve sadaka uygulamalarında kesintiye gidecek. O yardımlar ki, açlığın pençesine ve de çılgınca isyana düşmeye bir adım kalmış çok geniş bir kesimi hayatta tutmaya yarıyordu. Elbette seçim bellidir dinci faşizmin yandaş tekellere büyük imtiyazlar sağlayan garantili ihalelere yükleniyorlar. Pek yakında geriye iflasını ilan etmiş bir hazine ve bir anda hep birlikte açlığın pençesine düşmüş ve 8-10 milyon insan kalacak.


III

Herkesin üzerinde hemfikir olduğu konu, dinci faşizmin siyasal bir kriz, yönetememe krizi yaşadığıdır. Fakat bu krizin hangi çapta ve derinlikte olduğu ve artık geri dönülemez niteliklere sahip bulunduğuna dair, pek az kavrayış söz konusu. Referandum sonuçlarına bakınca, dinci faşizm nüfusun yarıdan fazlasını artık yönetemiyor, bu çok açık. Henüz görünmeyen ve siyasi krizi çok daha ciddi sonuçlara taşıdığını düşündüğümüz bir başka gerçek ise şu: Dinci faşizm, yalnızca nüfusun yarısını değil, karşı devrimci kitle üzerindeki denetimini de kaybediyor ve devletin kurumsal çöküşünü durduramıyor.

RTE, kitlesindeki çözülmeye ilişkin "metal yorgunluğu" bahanesi ürete dursun, Karadeniz gezisinde gördük: Bizzat RTE'nin katılımına rağmen parti teşkilatları toplanmaktan acizdi. Neden? Gelecek planlarını erteletip korkuyu artıran kriz sinyalleri bir yana, dinci faşizmin kitle tabanı şunu anladı: sermayenin ve devletin bütün güçleriyle abanmasına rağmen devrimci kitleler geri adım atmıyor, biat etmiyor, fırsat buldukça gücünü, canlılığını ve moral üstünlüğünü sergilemekten kaçınmıyor. Bu bir yana, Maçka Parkı'nda güvenlikçi tacizine uğrayan kadının öfkeli haykırışlarını hatırlayın. En sıradan ve korumasız görünen insanların bile dinci faşistler karşısında gösterdiği cesaret ve öfke, karşı devrimin moralini dağıtıyor. Üstelik yaşanan her olumsuzluğun faturası onlara çıkıyor. Sel ve dolu felaketine uğrayan metropoller, on kat artan uyuşturucu kullanımı, sıçrama yapan çocuk tacizleri ve kadın cinayetleri, çöken eğitim sistemi... Liste her geçen gün uzadıkça uzuyor.

Sahi nerede o azgın linç güruhları? Yaptıkları vahşet ve yağmanın hesabını hiç vermeyecekleri inancıyla dopdolu azgın tosuncuklar, tam da bu inancın sarsılmasıyla bir süredir ortalıkta görünmüyor, ama dişlerini sıkıp duvarları yumrukluyorlar. Kuşku yok ki, nihai kapışma anında onlar da inlerinden çıkacak ve köşeye sıkışmış vahşi yırtıcılar gibi umutsuz bir çılgınlıkla saldıracaklar. Ama şimdi, bu kavgayı kaybetmekte olduklarının farkındalar. Ağır silahlı instagram pozlarına aldırmayın, korkuyorlar.

Siyasi krizin devlet kurumlarına yansıması denebilir ki, 15 Temmuz'dan bu yana şirazesinden çıktı. Gazeteci Aslı Aydıntaşbaş, Ankara'da tanıdığı pek çok üst düzey bürokratın ağzından çıkanlara epeyce şaşırmış. Hepsi ağız birliği etmiş gibi dinci faşizmin kurumsal işleyişini çökerttiğini dile getiriyor. Ve hepsi de durumdan rahatsız fakat "devletin bekası"nın aciliyeti yüzünden şimdi ses çıkartmadıklarını ekliyorlar. Gazetecinin yazdıklarını şöyle okumak yerinde olur: Yüksek tabakalar dahil, devletin bürokrasisi, AKP'yi sarsacak ilk kriz ya da toplumsal çalkantıda, "Vurun abalıya!" korosuna dahil olacaklar. Bu koro adayları içinde silahlı bürokrasi de var. Soylu'nun Polis Özel Harekatı ziyaretinde, silahlara emniyet pimi takılması, ya da askerli karakol gezilerinde subayların beylik tabancalarının toplanması, herhalde siyasi krizin devlet kurumları içindeki çapını özetlemeye yeter.


IV

Uluslararası durum, yani dış politikada yaşanan rezalet, hem ekonomik çöküşü hızlandırması hem de siyasi krizi boyutlandırması niteliğiyle yarı bir başlık altında incelenmeye değer. Bu kulvarda görünen manzara çok net: Dış politikada pazarlık gücü sağlayan tüm manevra kabiliyetinden yoksun kalıyor dinci faşizm. Bir süredir diplomatik ikiyüzlü nezaketin yerini, lümpen kostaklanmalar ve askeri çılgınlık tehditleri almıştı. Bu durum dinci-faşizmi, 3. Dünya Savaşında kullanıma en elverişli mayın eşeğine çeviriyor.

Ama bu mayın eşeği ne İsa'ya yaranabilir ne de Musa'ya. Kısa vadeli çıkarları için Rusya'ya ihtiyacı var. Turizm canlanacak, domates, hıyar satılacak, bir de Suriye'deki cılız varlığını koruyabilecek. Ama orta ve uzun vadede ABD'ye her açıdan bağımlı olduğu aklından çıkmıyor. Diplomatik uyanıklık yapacağım diye bir o yana bir bu yana savrulup durması, kaçınılmaz sonuca vardı: Emperyalizmin ve bölgedeki büyük güçlerin gözünde Ankara en güvenilmez müttefik. Ne tehditleri ciddiye alınıyor dinci faşizmin, ne de verdiği güvenceler. Bütün günahların faturasını yüklenmek için çok ideal bir aday. Ve o fatura yola çıktı, geliyor.

Küçülmemek için büyümek adına uyguladıkları stratejiyle, Suriye'nin bir kesimini işgal eden Türkiye, şimdi Hatay'ı kaybetme telaşına düşmüş. Suriye'de katliam yapan çetecileri, bir cerahat gibi İdlib'e toplayan Rusya ve Esad, ABD'yle anlaşıp bu bölgedeki irini patlatmaya hazırlanıyor. Reyhanlı'dan Akçakale'ye kadar geniş bir hat, bu katil sürüleri için, karargah, lojistik, hatta yerleşme ve dinlenme tesisi haline gelmişti. Ve şimdi 50 binden fazla kafa kesici çetenin sınırın bu tarafına akın etmesi işten bile değil. Bu durumda, nasıl ki TSK "uluslararası hukuka uygun" deyip sınırın öte yanına geçme hakkını kendinde bulduysa, bu kez aynı hak Esad'ın eline geçmiş olacak. Üstelik onbinlerce katille yaşamak zorunda kalacak olan Hataylı Arap Nusayriler ve emekçi kesimler, kendileri silahlanıp savaşmazsa eğer, Esad'ın ordularına kurtarıcı çelengi takmaya hazırlanacakları çok açık.

Avrupa'yla, özellikle Almanya'yla yaşanan gerilim, bu çöküş manzarasına adeta tüy dikiyor. Politik, diplomatik manevra kabiliyeti kalmayınca, işi iyiden iyiye lümpen kostaklanmaya çeviren dinci faşizm karşısında Almanya, ekonomik abluka ve silah ambargosu restini çekti. Avrupa'nın hiç bir yerinde miting ve konuşma yapmalarına izin verilmeyen RTE ve bakanları, çareyi tornistan yapmakta buldu. Böylece, zayıf yanlarını açığa vurmuş oldular. Lümpen kostakçılara hiç de alışkın olmayan Avrupa'nın emperyalist seçkinleri, bundan böyle, hem eşeği hem semeri dövmek için fırsatı kaçırmayacaklar. Ankara'nın tornistanı, ilişkileri düzeltmek için geç kalmış bir adım. Almanya artık zayıf noktayı biliyor. Avrupa'nın patronluğuyla yetinmeyen ve emperyal gücünü bölgede hakim kılmak için adımlar atan Almanya, bu yolda Ankara'ya dişini geçirebileceğini kanıtlamak zorunda. AKP'nin burnunu sürtecek adımları atmaktan çekinmeyecek.


V

Devrimin gelişimine kaynaklık eden nesnel koşulların güncel ve belirgin yanlarını özetledikten sonra, tüm bu gelişmelerin emekçi sınıflar üzerinde yarattığı dönüştürücü etkiye bakmamız gerek.

Ekonomik krizin büyüyen gölgesi, devletin en güvenilir kurumlarını bile güvensizlik pusuna boğan siyasi kriz ve dış politikanın sergilediği kepazelik, nihai kapışmaya hazırlanan milyonlar için, en köklü önyargılarından kurtulma fırsatı yaratıyor. Ama muharebeye hazırlanan bir kitle, bunun işaretlerini nasıl verir diye soruyorduk. Gençliğin gelecek planlarını ertelemesi, en anlamlı işaret ve bu tutum, ekonomide, siyasette ve dış politikada yaşananlar tarafından pekiştiriliyor. Devleti, kendi başına Ali ve tarafsız bir varlıkmış gibi düşünmeye alışkın olanlar ya da orduyu "peygamber ocağı" görenler için, bunlar epey zor günler. Mahkemelerin adalet dağıttığına inanan pek azdı zaten. "Allah kimseyi mahkeme kapısına düşürmesin" lafı emekçilere aittir. Son gelişmeler, seçim sandıkları ve parlamentoya duyulan boş inanç da, ahmaklar cennetini boyladı. Ama sıradan insanı, uysal vatandaş haline getiren başka önyargılar da bu acımasız sondan kurtulamıyor.

En başta tuzu kuru küçük burjuvaların yaydığı "Nasılsa AB süreci işliyor, dişimizi sıkalım" bönlüğü, AB ile yaşanan gerilim ateşinde kül oldu. Yine aynı kesimin sahip çıktığı "Uslu durur, politikaya karışmazsak, fırtınayı atlatırız" uyanıklığı da otobüsteki tekmeler, parklardaki tacizler altında eriyip gidiyor. Peki ya, eğitimin sınıf atlama ve kurtuluş yolu olduğuna dair boş inanca ne demeli? Adeta gözlerimizin önünde eriyip gidiyor. Bu umuttan geriye matematikten önce cihat eğitimi, Ensar'a teslim edilen milyonlarca çocuğun yaşayacağı kabus kaldı.

Şu günlerde sıradan insanlar arasında "Böyle gelmiş böyle gider" lafının ne kadar az dile geldiğini ya da "Bu halk birlik olmaz, gücümüz yetmez" bönlüğünün sıradan insanlardan silinip, sadece reformistlerce terkedilmediğini görmek, on yıllardır bu türden önyargılarla boğuşup duran devrimci öncüler için, nasıl da heyecan verici. Ayaklarına dolanan tüm önyargılardan adım adım kurtulan devrimci sınıflar, düzen içi reform kokusu aldıkları eylemlerden uzak dururken, topyekun bir ayaklanmaya doğru büyüyeceği ihtimali olan eylemlere, nasıl da akın akın geliyorlar.

Tüm bu tutum ve davranışlar, ciddi kavgalara, keskin ve kesin hesaplaşmalara, her şeyi kökünden söküp atacak bir fırtınaya hazırlanan bir devrim kitlesine özgüdür. Muazzam kalabalıkların, bir anda parlayan bir umuda sarılıp milyonlar halinde meydanlara akması, fakat sonrasında ortalıkta pek görünmemeleri kimseyi şaşırtmasın. Bu milyonların devrimci öncüyü arayış biçimidir.

Geriye tek bir soru kalıyor: Proleter öncü, bu arayışı sonlandırabilecek bir etkinliği kazanabilir mi? Cevabı yalnızca pratik ama kahramanca bir eforla yürütülen pratik verecek. Bu buluşma mutlaka gerçekleşmelidir; devrimin daha ileri adımlar atabilmesinin ve zafere ulaşmasının tek koşulu budur. Yeter ki, muhteşem umutlu zirvelerle, dipsiz umutsuzluk uçurum arasında yalpalayan yığınlardaki kötü dönüşümleri kavrayalım. Yeter ki, parlamenter yolcular kadar hak, hukuk, adaletçilerin giderek darlaşan ufkundan kendimizi uzak tutmayı bilelim. Devrimin tükenmeyen pınarlarından içeceğimiz her damla, bize ihtiyacımız olan özgüveni, cesareti ve bitimsiz enerjiyi verecektir.

Umut Çakır