Gider ayak açıktan tehdit savurdu ABD elçisi: "IŞİD ayladır saldırı yapmıyor, işbirliği bozulmasın" Aynı günlerde TSK, kendi beslemesi çeteleri savaşmadan teslim almaya ikna etmek üzere, Rusya'nın iteklemesiyle İdlib'e sürüldü. Bu operasyon, Rus kalibr füzelerinin çeteleri dövmeye başlamasından ve çetelerin sınıra doğru akın etmelerinden hemen sonra devreye girdi. Anlaşılan o ki, bir yanda ABD, diğer yanda Rusya, aralarına aldıkları mayın eşeğini her tarlaya sürmekte pek fazla zorlanmıyor.
Bir yıl önce Rus elçisi Ankara'da suikaste kurban gittiğinde, TC'nin durumunun, 1. Dünya Savaşı öncesi Avusturya-Macaristan'a benzediği, yani bir dünya savaşının ittifaklarını düzenleyip sıraya koymak, hasımlara omuzları üstünden ateş açıp mesaj vermek üzere kullanma hazırlandığına işaret etmiştik. Osmanlı tam yüzyıl önce Avrupa'nın Hasta Adamı'ydı. Şimdi yapılan değerlendirmelerde, coğrafi tanım değişmiş sadece: Ortadoğu'nun Hasta Adamı. Emperyalist efendiler ve diğer büyük güçler, Ortadoğu üzerine plan ve arzularını hasımlarına Türkiye üzerinden gönderiyorlar. Dış politika kadar ekonomi ve siyaseti da tarumar eden bu durumun salt AKP'nin kendini uyanık, herkesi aptal sanan esnaf kurnazlığı ile açıklamak eksik kalır. Meselenin temelinde, 3. Dünya Savaşı'nı öncekilerden ayıran nitelikler bulunuyor.
I
Her şeyden önce bu savaş daha büyük bir resmin parçasıdır, küresel iç savaşın. Yayınlarımızı takip edenler, 2000'lerin başından beri bu meselede ortaya koyduğumuz yaklaşımdan haberdardır. Yine de çok kısa bir tekrar gerekli. Küresel iç savaş, emperyalist kapitalist sistemin sıçramalı çöküş süreciyle belirginleşen tarihin Yeni Evre'sinin ortaya çıkardığı bir olgudur. Bir tarafta ekonomik ve siyasi krizlerle boğuşan sermaye, diğer yanda kıtasal ölçülere varan proleter devrimci halk hareketleri, küresel iç savaşın giderek netlik kazanan kutupları oldular. 3. Dünya Savaşı, bu küresel iç savaşın bir parçası ve sonucu, nitelikleri de ona bağlı biçimlerde gelişti.
Öncekilerden farklı olarak, 3. Dünya Savaşı'nda öne çıkan hedef, pazarları yeniden paylaşmak değil, ama devrimleri bastırmak, iç savaş ateşini öncelikle emperyalist merkezlerden uzak tutmaktır. Savaşın esas yönü, proleter ve halk ayaklanmalarını bastırmak, gözdağı vermek, olmadı hedef saptırmaktır. Yanısıra eşitsiz gelişimin alt üst ettiği güç dengelerine uygun yeni paylaşımlar da bu savaşın tali amaçlarından birisi olmayı sürdürüyor. ABD hegemonya konumunu yitirdi, yerini dolduracak taze bir emperyalist güç yok, aksine hepsi benzer çöküş kaderini paylaşıyor ve bunlar devrim ateşine yakalanmamak adına, ABD'nin yarattığı boşluklara sızmaya, konumlarını az çok sağlama almaya çabalıyorlar.
3.Dünya Savaşı'nın bu karakteri şimdilik, büyük güçleri doğrudan savaş cephesinde karşı karşıya getirmekten alıkoyuyor, ama süregiden iç savaşlarda hasım tarafların omuzları üzerinden birbirlerine ateş etmeyi ihmal etmiyorlar. Bu yoldan, halk devrimlerini bastırıp gözdağı vermek, manipüle edip hedefinden saptırmak, mezhebi ve etnik bölünmeleri kaşıyıp proletaryanın birliğini önlemek yönünde adımlar atıyor. Hasımlar güçlerini bu temel perspektif üzerinden test ediyor, ittifaklar kuruyor ve otoritesini karşı tarafa kabul ettiriyor. Savaşın tali yanını oluşturan pazar paylaşımı ise bu temel perspektifin sonuçlarına bağlı olarak biçimleniyor.
II
3.Dünya Savaşı'nın başlıca aktörlerinin konumlarına bir göz atalım. ABD, bu savaşın başlangıç vuruşunu yapan ülke, çünkü bu yoldan kaybettiği hegemonik gücü yeniden ele geçirmeyi arzuladı. Bu uğurda 11 Eylül 2001 provokasyonunu bizzat tertiplemeyi göze aldı, ancak başlattığı savaş çöküşü hızlandırdı. Gelinen noktayı kendileri ifade ediyor: "Artık vazgeçilmez ülke statüsünde değiliz." Geçmişte pürüzsüz, itirazsız yürüttüğü ittifaklarına şimdi diş geçiremiyor. Sürekli bozulan güvensiz müttefiklik nedeniyle ABD dünya politikası bir süredir, uzun vadeli stratejiler üzerinden değil, ama hasımlarının karşı hamlelerini savuşturmak, onları çeşitli sorun öbekleriyle oyalayıp çerçevelemek üzerinden kuruluyor.
Diğer emperyalist merkez olan AB'de durum en az bu kadar karmaşık. 2008 krizi, zaten yeterince şişirilmiş "Avrupa Birliği Ruhu”na fatiha okuyunca, Almanya açıktan tek patronluğa soyundu. Sahip olduğu potansiyel, Almanya'yı küresel hegemon yapamaz, bunu ancak AB çatısıyla başarmayı deneyebilir. Ancak bu yıl G-20 zirvesinde Hamburg'da yaşananlar, Almanya'yı 3. Dünya Savaşı'na daha etkin katılmaya zorluyor. Devrim ateşinden uzak kalmasının koşulu şu: ABD'ye ek patronluğu kabul ettirmek ve buradan aldığı güçle çevreye (eski Sovyet bölgeleri ve Ortadoğu) doğru nüfuzunu yaymak.
Terazinin diğer kefesinde duran Çin ve Rusya için birkaç özgünlüğün altını çizmek gerek. Onlar da sosyal patlamaları önlemek ve iç bütünlüğü korumak adına, 3. Dünya Savaşı'nın tarafı haline geldiler. Ancak her iki ülkenin de emperyalist hedefler tutturduğunu iddia edenler, önce bu ülkelerde özel mülkiyetli tekelcilerin sanayi ve bankacılıktaki tam egemenliğini kanıtlamaları lazım. Ve bu yönlü bir kanıt gösterilemez. Hem sosyalist hem kapitalist üretici güçleri barındıran ve ikisinin üstünlük mücadelesine sahne olan Çin, esasında tam anlamıyla enerji (petrol, doğal gaz) fakiri, üstelik tarıma uygun arazi son derece kısıtlı. Bu nedenle, ihracat odaklı üretime mecbur. Aksi halde içe kapalı dönemin büyük kırımlara yol açan kıtlıklarıyla baş başa kalması işten bile değil. Çin'in temel hedefi, enerji ve temel besin ihtiyacını karşılayabileceği ticari yolların açık tutulmasını sağlamak.
Rusya'da Putin yönetimi, sosyalist üretime uygun düzenlenmiş üretici güçleri dağıtmaya kalkmanın çok ağır sonuçlarını gördü ve bu bir devlet kapitalizmi yönelimiyle çöküşün önüne geçti. Putin bir yandan ensesinde boza pişiren çeşitli komünist parti ve güçlerin, diğer yandan dağılıp parçalanma riskinin arasında kaldı. Sosyalizmden miras üretici güçleri saplandığı çukurdan çıkarabilmek, ancak ve ancak eski Sovyet bölgelerini yeniden bir araya getirmekle mümkün. Bu yöndeki her adım, Putin'in karşısına NATO-ABD-AB ittifakını çıkardı. Ablukayı yarmak için Ukrayna iç savaşına taraf olmak, tehlikeyi uzakta karşılayabilmek için Suriye'deki gerici çetelere doğrudan müdahale etmek yolunu tercih etti.
Okurun dikkatini burada küresel iç savaşı değil, ama buna bağlı biçimlenen 3. Dünya Savaşı'nın belli bazı güçlerinin konumunu ele aldığımıza çekmek isteriz.
III
Bu savaşın, şimdi Ortadoğu'da yoğunlaşması, tarihsel ve de güncel köklere sahip. Öncelikle, Ortadoğu devletlerinin çoğu, kapitalist rantiye devlettir. Yani petrolden elde edilen rant gelirine bağımlıdır. Topraktan çıkan petrole bağımlılık, bu ülkeleri ticari ve sınai açıdan zayıf bir entegrasyona mahkum etti. Petrolün değil, ama toprağın hakimi aşiretler, kendi mezhebi, etnik ve kültürel farklarını korumaya özen gösterdiler, çünkü teritoryal hakimiyet bu üst yapı unsurları tarafından desteklendi. Özcesi, Ortadoğu her zaman zayıf ulus devletler olageldiler. Her an mezhebi, etnik, kültürel çatışmalara zemin sunan bir zayıf entegrasyon sergilediler.
Bölgeyi özel kılan bir diğer öge, Filistin'in işgali ve Kürdistan'ın dört parçada ilhakıdır. İşgal ve ilhakçılığa dayalı burjuva gerici egemenlik, Ortadoğu halklarını derin demokratik özlemler ile doldurdu. Öte yandan ilhaklar, proletaryanın gücünü böldü, politik öncülüğünü ve çoğu yerde ideolojik sağlamlığını zedeledi. Bu nedenle proletaryanın temsilcisi komünist partiler, bölgenin içine yuvarlandığı mezhebi, etnik çatışmaların önüne geçemediler. 3. Dünya Savaşı'nda bilek güreşi tutan güçler için Ortadoğu'yu ideal bir arena haline getiren tarihsel kökenler bunlardı. Güncel olan kökenden 2011 Arap devrimci kalkışmaları bulunur. Tunus ve Mısır'da başlayan, kısa sürede tüm bölgeye yayılan halk ayaklanmaları, emperyalist efendilerin yüreğini ağzına getirdi, ancak tarihsel sosyal yapı, bu halk hareketlerinin sınırlandırılıp manipüle edilmesin kolaylaştırdı. Böylece Ortadoğu, küresel iç savaşın bir veçhesi olarak biçimlenen 3. Dünya Savaşı'nın tüm karakteristik özelliklerinin yansıyabileceği, yani derin demokratik özlemlerle harekete geçen halk yığınlarını manipüle ederek devrimleri bastırmak, süregiden iç savaşları küresel ittifakların yeniden şekillenmesi yönünde kullanmak, iç savaşların taraf ve destekçisi sıfatıyla hasımlarına üstünlüğünü kabul ettirmek amaçları doğrultusunda biçimlenen küresel bilek güreşinin ideal arenası haline geldi. Emperyalistler ve diğer büyük güçler, bu bilek güreşini, sınai entegrasyonun çok daha ileride proletaryanın çok daha güçlü olduğu bir yerde, örneğin Ukrayna'da yapmaya çalıştıklarında, sonuç hemen kendini belli etmişti. Ülkenin doğusu, komünist güçlerin önderliğinde birleşik bağımsızlık ilan etmişti. İşte bu sonuç ABD ve hasımlarını, bilek güreşini Ortadoğu üzerinden sürdürmeye iteledi.
IV
Gelinen aşamaya bakılınca 3. Dünya Savaşı'nın ön cephesi, şu sonuçlara gebedir. ABD kaybediyor, Rusya kazanıyor. ABD ittifaklarını bir arada tutamıyor, onlara söz geçiremiyor. Rusya ise, tersine etkisini Hizbullah Beyrut'undan, Peşmerge'nin Kerkük'üne dek uzatma şansı buldu.
Peki halk devrimlerini bastırmak ve eğer bu mümkün değilse yolundan saptırmak yönünde, emperyalizm kendi amaçlarına ulaştı mı? ABD planları doğrultusunda hareket eden SDG'nin konumuna rağmen bu soruya verilecek cevap tereddütsüz "Hayır"dır! Bölgeye sokulan cihatçı katiller sürüsü mezhep çatışmalarını yeterince kızıştırdı, ancak sonuç amaçlananın tersi oldu. Cihatçı vahşet, bölgede yaşayan çok farklı ulusal toplulukları, Kürtleri, Arapları, Çerkezler, Süryani ve Ezidileri vs. aynı demokratik özlem ve hedeflerle hareket etmeye mecbur bıraktı, halklar tepeden tırnağa silahlandı. En başta ABD'nin karşı hamlelerine rağmen, Ortadoğu'da ayağa kalkan bu demokratik bilinç bölgede devrimin daha sağlam kök salması ve bölgesel bir nitelik kazanması için uygun zemini yarattı. Bu durum kaçınılmaz olarak, ilhakçılığın sonuna işaret ediyor. En derin ve tarihi özlemleriyle Kürt ulusu, bölgenin en savaşçı öğesi olarak öne çıktı. Bölgeye dair planları olan hiçbir güç, Kürt halkının derin özlemlerini hiçe sayamıyor. Öyle ki, gerici burjuva Barzani bile UKTH ilkesine uygun adımlar atmak ve bu yolla ayakta kalmak tercihini yaptı.
V
Şimdi TC'nin bu bölge manzarası içindeki konumuna bakalım. 3. Dünya Savaşı'nın erken aşamalarında Türkiye'ye biçilen rol, Ortadoğu'nun karşı devrim üssü olmaktı, bunu mezhep çatışmalarını kışkırtarak yerine getirdi. Emperyalistlerin yönlendirmesi ve desteğiyle karşı devrim misyonunu sürdüren TC görevini başaramadı. Cihatçı katiller sürüsü sahadan tek tek silindiler. Geriye kalanlar İdlib'e toplandı. Bölgede gelişmelere yön veren Rusya, Ankara'yı besledikleri katillerin çatışmadan teslim olmaları yönünde iknaya zorladı. Yoksa bu katil sürüleri topluca sınırın öte yanına kovalanacaktı. Buna rağmen Ankara'daki dinci-faşizm açısından acı veren sonuç değişmiyor.
Şimdi Türkiye, sınırların hemen ötesinde boydan boya, kendisinden ölümüne nefret eden, tepeden tırnağa silahlı halk yığınları ile burun buruna. Tüm bu süreç boyunca, Kürdistan'ın dört parçada ilhakını sürdürmeye yarayan cihatçı kardeşler birliği bozuldu. Şam TSK'yı İdlib'de görmek istemiyor. Bağdat "Önce Başika'yı boşalt" diyor. Ankara, TC olarak varlığını sürdürememe tehdidiyle karşı karşıya. Bu acı sondan kaçınabilmek için bir ABD'ye bir Rusya'ya sırtını dayamaya çabalaması onu herkesin gözünde "güvenilmez müttefik" konumuna düşürdü. Ortadoğu'da ilk raundunu kapatmaya hazırlanan küresel bilek güreşinin bu kez Türkiye üzerinden sürdürülmesi için bundan daha uygun bir zemin bulunamaz.
Öyleyse bir sonuca ulaşalım: 3. Dünya Savaşı'nın yeni çatışma alanı Türkiye'dir. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı bunu açıktan dile getiriyor: "İç çatışmaya en yakın Ortadoğu ülkesi." Ancak Suriye ve Irak'a kıyasla proletaryanın ağırlığı, siyasi ileriliği bu bilek güreşinin olası sonuçlarına şimdiden ışık tutuyor. Benzer durumdaki Ukrayna'da ortaya çıkan sonuç belli.
Isınma hareketleriyle başlayan küresel bilek güreşi, daha şimdiden Türkiye ekonomisine yıkıcı etkiler yaptı. Ekonomik ambargonun lafı bile yetiyor. Ekonomik yıkım, devrimin elini muazzam güçlendirirken, dinci-faşizmi acizleştirip daha saldırgan kılıyor. Böylece bilek güreşi her adımın bir sonraki daha büyük adımları hazırlaması tarzında, kaçınılmaz kaderine doğru olgunlaşıyor. Pek yakında dinci-faşizm, sınırlara dikilen duvarların anlamsızlığını görecektir. İlhakçı işgal son dönemlerini yaşıyor. Böylece proletarya, kendi pratik birliğini sağlamlaştırabilir, emperyalizmin yolundan saptırmaya çalışacağı halk hareketlerini proletaryanın öncüsü ve program ile tanıştırabilir.
Umut Çakır