6-7 Ekim Kobane Ayaklanması günlerinde, sosyalist bir toplum bilimci, durumun özetini yapıyordu: “Sosyalizmin sonu” diyor ve ekliyordu:
“yani politikanın akıl, izan ve hesap ölçülerine vurulamayacağı, her yerde sonucun zor tarafından belirlendiği bir süreç”. Nedeni açıktı, çünkü “halk, politikaya el koydu.” Bu ifadeler, bir yapıya özgüdür, fakat ağır basan yanın “endişe” olduğu gözden kaçmıyor. Ne de olsa halk bir kez politikaya el koyduğunda, tüm siyasal hesapların, akılcı taktik adımların, stratejik yaklaşımların ve ilkeli duruşların hepsini politik öncülerin elinden alır. Onlara yeni bir çerçeve çizer, bizzat tarih yapmak üzere inisiyatifi ve iradeyi yepyeni içerikle doldurur. Bakın zamanında Lenin benzer bir endişeye nasıl cevap vermişti:
“Halk yığınlarının kendileri yepyeni basit zihniyetleri, sade ve sert kararlılıkları ile tarih yapmaya, ‘ilke ve teorileri’ doğrudan doğruya ve dolaysız bir biçimde olguların içine aktarmaya başladıkları zaman, o zaman burjuva korkuya kapılır ve ‘usun geri plana çekildiğini’ haykırır. Tam tersi değil mi ey küçük-burjuva kahraman? Tarihte tek tek kişilerin bilgeliği yerine, yığınların bilgeliğinin kendini gösterdiği anlar, tam da bu anlar değil mi? Yığınların bilgeliğinin soyut bir güç olmaktan çıkıp, canlı ve geçerli bir güç durumuna geldiği zaman, bu zaman değil mi?” (Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, sf. 242)
Kitlelerin kendilerine ait devrimci bir bilinci bulunmadığına varacak ölçüde, “kadiri mutlak öncü” varsayımına dayananlar için, “yığınların bilgeliği” ifadesi, nasıl da şaşırtıcıdır. Oysa Kobane ayaklanmasından Kent savaşlarına kadar geçen dönem, Kürt halk kitlelerinin bilgeliğiyle yaratılan, ve buna tezat biçimde, us, izan, strateji, taktik, adına ne derseniz deyin, türlü çeşit hesaplarla elini kolunu bağlamış bir öncünün, “halkın politikası” dışına sürüldüğü bir dönemi ifade eder. Oturma odamızda dolaşan “Pembe Fil”i gösterebilmek için, neredeyse kutsal bir hale ile sarmalanıp tartışılmaz kılınan bu bakışı değiştirmek, manzarayı kendi ayaklarının üzerine oturtmak gerek. Ne denli zor olduğu aşikar. Çünkü bu toprakların küçük-burjuva karakterli öncüleri, Kobane’den Kent Savaşlarına, meseleye şu gözlükle bakar: Halk bir “gaza” gelmiş, öfke ve hiddetle ayağa kalkmış, hesapsız, kitapsız; ama hesap etmedikleri bir sonuçla karşılaşıp üstesinden gelemeyince geri çekilmiştir.
Öyle mi? Görelim hele...
Malum, Kent savaşları sonrası Kürt halk kitleleri belirgin bir sessizliğe büründü. Durumu bir dağılma, çözülme ve inançsızlıkla açıklayanlara inat, bir süre önce Amedli bir gencin sözü kulaklara küpe olmalı: “Biz şimdilik ölü taklidi yapıyoruz” Kime karşı? Yalnızca dizginsiz vahşet sergileyen iktidara karşı mı? Yoksa bu, Kent savaşları sonrası öncünün yaptığı çağrıların cevapsız kaldığı düşünülürse, öncüye karşı da bir tutum olabilir mi?
Olayların seyrinin Marksist bir çözümlemesi kolayca açığa çıkartır ki, düzeltilmesi ancak sınıfsal-ideolojik kabuk değişimiyle mümkün olabilecek öncünün “hayati hata”larına Kürt halkı ortak olmamıştır, öncünün aldanışlarına prim vermemiş bu halk, her adımda gücünü ölçerek, hasmını tartarak, olaylardan dersler çıkararak yürüyüşünü sürdürmüştür. Bu yanıyla 6-8 Ekim’de halkın “politikaya el koyması”, ne bir anlık hiddetin ürünüdür, ne de duru gökte çakan bir şimşek.
Politikanın tümüne yansıyan genel çizgi bir yana, ama özel bir alanda, yani kitle hareketine yönelik çizgide, UKH’yi “hayati hatalar”a sürükleyen bakış açısının özeti şudur: Kitle hareketi, olsa olsa, “demokratik alan” siyasetinin mevziidir. Basit bir adlandırma hatasının ötesinde, UKH için kitlelerin hareketi, “devrimci olan”ın, yani gerillanın, en fazla destekçisi, yardımcısıdır, tersi değil. İlişki bu biçimde kurulduğunda, hayati hatalar kaçınılmaz olur. (Nikaragua devriminin lideri Thomas Borges, zaferi son virajda değiştirdikleri bu bakış açısına borçlu olduklarını söylerken çok önemli bir ders vermekteydi.) Öncesi bir yana, Kobane Kent savaşları arasında geçen dönemde sergilenen hataların bir devrim için “hayati” nitelik kazanması, Kürt halkının kendi öncüsüne karşı da “ölü taklidi” yapmasına sebep olmuştur. Sorunu bu açıklıkta koymamız, kimilerine abartılı ve haksız görünebilir, özellikle mücadelenin en sert alanlarında nefessiz bir kavga içinde olanlara. Yine de, tam beş yıldır Kürt halk kitlelerindeki tutum değişikliği bir sorundur ve bu sorunu tespit edebilmek için, öncelikle soğukkanlı ve mesafeli bir bakışa ve sonra olgunun “yumuşak ve gri” yönlerini ayıklayıp “keskin ve parlak” yönlerini öne çıkarmaya ihtiyaç olur.
Dönemin askeri ve politik hatalarına dair bir dizi yazı, yine o dönemin yayınlarında ve Ö. Güven’in “Olgular” kitabında bulunabilir. Tekrar etmemek adına, kısa hatırlatmalarla yetinip, esas olarak, zora dayalı bir ayaklanmaya girişen kitlelerin bilinç ve mücadele kapasitelerindeki dönüşümlere ağırlık vererek, günümüzü açıklayan ve geleceği ön görecek sonuçlar çıkarmaya çalışalım.
Kürt halkının Gezi’de, deyim uygunsa, “ters ayak üzerinde” yakalandığı doğrudur. Çünkü tarihte ilk defa TC bir çözüm masası vaat ediyor ve ezilen ulusun önderlerini doğrudan muhatap alıyordu. Başlı başına bu durumun bir kafa karışıklığına neden olduğuna kuşku yok. O nedenle, Gezi’yi müzakere sürecine karşı çıkanların işi diye nitelendiren sözcülere tek laf etmediler. Aynı sözcüler köşelerinde, 2014 başında halk bu kez “iktidar halka!” sloganlarıyla yeni bir isyana kalktığında “aman ha, taraf olmamak lazım, AKP barış diyor, cemaat onu bile demiyor, zaten başka alternatif yok” vaazları verdiğinde de, aynı sükunetle karşılaştılar. Ama, bu çizgiyi devam ettirenler, bu kez Kobane Ayaklanmasında “içeride ve dışarıda, hükumetle işbirliğine hazırız” noktasına vardıkları zaman, işte o zaman, Kürt halkının en kararlı kesimleri “başka bir alternatif” olduğunu gösterebilmek için cesaret ve cüretle öne çıktılar ve göstere göstere gelen bir nihai kapışmaya girmek zorunda kaldılar. Kent Savaşlarını doğuran iklim böyle yeşerip olgunlaştı.
UKH ve onunla birlikte hareket eden küçük burjuva partiler, kurulan müzakere masasında “AKP’nin elindeki bütün sahte ideolojik kozların açığa çıkarılmasını, elinden alınmasını” beklerken, Kürt halk kitleleri açısından durum masada değil, sahada olup bitenle, ideolojik yüksekliklerde değil, pratik-politik arenada gerçekleşenle ölçülüp biçiliyordu. Henüz 2013 Newroz’unda bile, Amed’de toplanan milyonların ellerinde dolaşan tek pankartın üzerinde şunlar yazılıydı: Önderlik tutsaksa, her şey aldatmacadır.
Reformların, emekçi hareketini dağıtmak, aldatıp parçalamak ve nihayet pasifize etmek için burjuvazinin elinde ne denli güçlü bir araç olduğunu, devrimler tarihi defalarca göstermiştir. Sorun şu ki, dinci-faşist iktidar böyle bir aldatmacaya hiç başvurmadı, tek bir reform adımı dahi atmadı. Aksine, masada vaatler arza çıkarken, MGK toplantılarında “çökertme planları” karara bağlandı. Tüm bu müzakere sürecinde Kürt halkı, Gezi’ye uzak duracak bir şaşkınlık yaşasa da, pratikte vaatlerin boşunalığını gördü. Yani, hareketin dağılıp bölünmesi, pasifize olması bir yana, halk, artan ölçekte eylem alanlarını doldurdu. 2013-15 arasında, 8 Mart ve Newroz günleri, eylemlerin çapı on milyon rakamının üzerine çıktı. Öncüler, meydanlarda toplanan uçsuz bucaksız kalabalıklara bakıp, bunun kendi aldanışlarına sunulan bir destek olduğunu sandılar. Oysa aynı halk, hemen her gün, kent sokaklarında çatışmalara girmekten kaçınmıyor, operasyona çıkan birliklerin önünü kesiyor, çıplak bedenleriyle ağır silahların üzerine yürüyor, komünlerle, mahalle birlikleriyle çok sayıda halk inisiyatifi imzası ortaya çıkıyordu. Reform ve vaatlere aldanan, beklentiye giren, bir uzlaşmanın mümkün olduğuna inanan bir halk böyle davranmaz. Ama öncüler bunu anlamakta zorlandılar ve Kobane Ayaklanmasında kendilerini hiç beklemedikleri bir devrimin eşiğinde buldular. O eşik, müzakere vaatleriyle kafası dolu öncülere, karanlık bir uçurum gibi göründüyse, kim halkı “zamansız bir ayaklanma” ile suçlayabilir!
Kobane Ayaklanmasının özeti şudur: Kürt halk kitleleri “sonuna kadar” gidecek mücadele kapasitesine sahip olduklarını pratikte gösterdiler. Hazır olmayanlar, başta UKH sözcüleri, hareketin öncüleriydi. Bu derin çelişkinin halk hareketinde bir yarılma-ayrışma yaratması işten bile değildi. Öyle oldu.
Hatırlayalım: 1917 Temmuzunda Bolşevikler, nihai bir kapışmaya girmek için, sonuna kadar gitme kararlılığının yetmediğini, ama buna uygun bir sınıflar dengesinin gerektiğini öne sürüp, vaktin böyle bir kapışma için erken olduğuna hükmetmişlerdi, eylemler başlamadan durdurma kararı almışlardı. Bu alınan karara rağmen gösteriler patlak verince, kararlarını nasıl ustalıkla gözden geçirip tutum aldıklarını, önceki bölümlerde incelemiştik. Acaba aynı durum 6-8 Ekim ayaklanması içinde geçerli midir? Erken miydi, bir zafere ulaşması mümkün değil miydi? Böyle sorulara kitlelerin nasıl cevap verdikleri, öncülerin hesabından kitabından daha önemlidir, yürünecek yolu, kitlelerin aldığı dersler gösterir. Temmuz ‘17’de girişilen işin “erken” olduğuna işçi kitleleri olayların gelişmesiyle ikna olmuşlardı ve böylece gösteriyi belli noktanın ötesine geçirmeyen Bolşeviklerle ilişkiyi pekiştirdiler. Ama 2014’te Kürt halkı ikna değildi, İmralı’dan alelacele getirilen mektubun etkisi altı saat sürebildi. Ve bu andan sonra halk hareketi, Kent savaşlarına uzanan bir yarılmanın sancılarını çekmeye başladı. Yarılma, öncü ile kitleler arasındaydı; öyleyse bu sonuca bakıp denebilir ki Kürt halkı Kobane Ayaklanmasının “erken ve ümitsiz” bir hareket olduğuna ikna edilemedi. Bir devrim için önemli olan nokta burasıdır. Kent savaşlarında ise, Kobane’nin aksine, Kürt halkının önemli bir kısmında, uygun “zaman ve koşullara” dair sonuçlar daha baskındır.
Peki ya Gezi ayaklanmacıları, Kobane olaylarında neredeydiler? Bazen çok karmaşık görünen bir sorunun cevabı ipuçlarını çok basit gözlemlerde sunabilir. Kobane günlerinden hemen sonra, sıradan yaşamını bir an için Gezi Ayaklanmasıyla birleştirmiş olan ve yine sıradan yaşamına dönen bir emekçinin sözleri şöyleydi. “Bu sefer Kürtlerin bu işi bitireceğini düşündük, gözümüz kulağımız oradaydı.” Bazen cevabın hası, işte burada olduğu gibi, politikanın yüksek katmanlarında değil, “yepyeni basit zihniyetleri ve sert kararlılıkları” ile bizzat tarih yapmaya soyunan sıradan insanların tutumlarındadır.
Olaylara bu basit gözlemin kazandırdığı yeni bir bakış açısıyla bakıldığında rahatlıkla anlaşılacaktır ki Kobane Ayaklanması, sonuna kadar gitme kararlılığı ile, Gezi Ayaklanmacılarının gözünü çevirdiği yer haline gelmiştir; hareketin zaafı, bu sempatiyi ve eyleme geçme eğilimini, politik hedef ve şiarların netliği ile destekleyip dürtüklemekte eksik kalmasıydı. Kobane, “kısmi bahane ile yola çıkmıştı. İlk yapılması gereken bu kısmi bahaneyi bir “genel bahane” haline dönüştürmekti. Gezi ayaklanmacılarının henüz buharı üstünde tüten “iktidar halka!” genel bahanesiyle yaptıkları eylemler, bu amaca uygun mücadele biçimlerine ve kararlılığına geçilemediği için yarım kalmıştı. Oysa 6-8 Ekim Kobane, tam da Gezicilerin ihtiyaç duyup aradıkları biçim ve kararlılığa sahipti; sahip olmadığı şey “iktidar halka!” şiarıydı. Böyle bir amaç ve bu amacın Kobane günlerinde ilanı, gözünü olayların seyrine dikmiş Gezi kitlesini sokaklara davet etme gücüne sahipti. Kürt halkının da beklenti ve umudu bu yöndeydi. Aksi taktirde, böyle bir beklenti ve umut olmadan, yaşadıkları her isyanda “yalnız bırakılma” endişesi tarihsel belleğine kazılı bir ezilen ulus, sonuna dek gitme kararlılığı gösteremez. Kürt halkı, Gezi ve onu izleyen bir dizi ayaklanmada imzası olan Türkiye halklarıyla birleşme potansiyeli gördüğü için, Kobane günlerinde, ayaklarına tarih boyu ket vurmuş o “tarihsel belleği” bir kenara bırakabilmiştir. Şiddetin zirvelere ulaşacağı Kent savaşları için kararlılık ve gözü karalık, bu zeminde yeşermiştir.
6-8 Ekim’de, modern kent ayaklanmalarının pek çok ayırt edici özelliğini görebiliyoruz. Kısmi değişimlerin mümkün ve gerekli olduğuna duyulan inançsızlıkla keskinleşen köklü bir harekete yönelme eğilimi; cüret, kararlılık ve biriken şiddet dolu duyguların hasmını tümüyle hazırlıksız yakalayacak denli hızlı patlayışı; harekete geçirici kanaatin kısa sürede politik manevra alanının tüketmesiyle hareketin daha yüksek bir sorunla bir anda karşı karşıya gelmesi; bu yeni durumun karmaşıklığını çözmeye yardım eden bir “kabul edilmiş öncü”nün yokluğunda, hareketin sebat yoksunluğuyla geri çekilmesi... Bu genel çizgilerden Kobane Ayaklanmasını ayıran, kuşkusuz, “kabul edilmiş öncülüğün” gelişmelerde sergilediği hayati hatalardır. Bu hataların neler olduğunu tek tek sayıp dökmek yerine, hepsinin üzerine çıkan ve geleceği de etkileyen temel hata şu olmuştu: Egemenleri bir ölüm-kalım savaşımının korkusundan uzak tutmak. Bir kez, kararlı ve sonuna dek gitmekte ısrarcı bir hareketi durdurmuşsanız, bundan sonra egemenlere sallanan hiçbir parmak ciddiye alınmayacaktır.
UKH önderliği, sınıf karakteri gereği, sürdürdüğü tüm biçimlerdeki savaşımını, burjuva egemen sınıfla “onurlu barış” uzlaşısına varabilmek için sürdürmektedir. Ama bu taktiğin elle tutulur bir sonuca ulaşabilmesinin tek yolu, burjuvaziye ölümü göstermektir ve bu sayede sıtmaya razı etmektir. Kobane Ayaklanmasında alınan tutum, halk hareketinin burjuva sınıfın üzerinde yarattığı korkutucu imgesinin nirengi taşını yerinden oynatmıştır; o taş bir kere yerinden oynadığında, politikanın geri kalan tüm biçim ve araçları, tüm hesaplar, taktikler vb. darmadağın olur. Gelişkin devrimci bilinciyle Kürt halkının ileri kesimleri bu yeni ve olumsuz durumu kavradılar, nirengi taşını tekrar aynı yerine koyabilmek için, Kent savaşlarına giden yolu döşediler.
6-8 Ekim’in aksine, Kent savaşları, hazırlıksız yakalanmanın imkansız olduğu, adım adım yaklaştığı açıkça görülebilen bir fırtınaydı. Araya giren bir yıllık zamanda, Kürt halkının ileri kesimleri, özelde yoksul-proleter gençlik, devasa mitinglerde kürsülere çıkarak bu hedef ve kararlılıklarını ilan edip hazırlık yaptılar. UKH ise, devrimci kitlelerin bu bağımsız inisiyatifine ket vurmak için her yolu denedi: Gençlik kongresinde kararlar çıkardı, İmralı’dan talimatlar taşındı, parlamenterler ve DTK sözcülere ceplerinde mektuplarla barikat ve hendekleri gezdiler. Para etmedi. Bunun nedeni inisiyatifi ele alan gençlik kesimlerinin inatçılığı, hesapsız coşkunluğu vs. değildi. Onlar, Kürt halk hareketinin sürüklenmekte olduğu eğik düzlemi fark eden, bu gidişi tersine çevirebilmek için kendini feda etmeye hazır kararlılıkta, hareketin geleceğini temsil eden bir sınıfın, yoksul-proleter kentli sınıfların temsilcileriydiler. Derin devrimci sezgileri ve kanaatleriyle, ilhakçı egemenlik ile halk arasında birbirine diş geçiremeyen bir dengenin oluştuğunu, bir tarafın geri çekilmesinin diğeri için bir zafer anlamına geleceğini, bu karşılıklı dengenin ancak kesin bir hesaplaşmaya evrilebileceğini görebiliyorlardı.
Gerek Ö. Güven’in çalışması, gerek o dönem yayımlanan bir dizi makale, kent savaşlarına doğru kaçınılmaz gidişatın manzarasını sunar. Ve sadece Leninistler, Kürt halkının ileri kesimlerinin sezgileriyle kavrayıp kanaat haline yükselttiği bu kapışmaya dikkat çektiler. Kürt halk hareketinin “kabul edilmiş öncüleri” ise, ne bu hesaplaşmanın kaçınılmaz karakterini anlayabildi ne de buna uygun bir hazırlık yürüttü. Kobane’den sonraki bir yılda, halkın enerjisini parlamenter beklentileri kabartarak boşa harcadılar: halkın tansiyonu bu yoldan düşürülüyor, devrimci zaferler yerine yasal zaferlere gözünü dikmesi isteniyordu.
O dönem ifade edildiği üzere, Kent savaşlarının ardında, Kürdistan kentlerinin yoksul-proleter kitleleri bulunuyor. Engels: 1848 devrimlerinde, bu kesimlere ilişkin bir gözlemini aktarır: “toplumsal konumu ile bu konumdan çıkan siyasal tutumun bilinçli kavranışına değil, ama salt içgüdüsel anlayışına daha yeni varan işçi sınıfı, meramını ancak gürültülü gösterilerle anlatabilir ve kendisinden bekleneni gerektiği gibi, yaşanan anın güçlükleri düzeyine yükselemezdi. Ama devrim sırasında Almanya’nın her yanında olmuş olduğu gibi, eline bir kez silah geçtikten sonra sonuna kadar dövüşmeye de hazırdı.”
Kent savaşlarında, pratikte sergilenen hatalar üzerine Leninistler görüşlerini daha önce ifade ettiler, tekrara düşmemek için bu pratik teknik hataları, silahlı bir ayaklanmanın değişmez kurallarını ele almayacağız. Ancak meselenin politik yönü bir çok kez vurgulamayı hakkedecek önemdedir. Kürdistan’ın kentli, yoksul ve proleter yığınlarının “yaşanan anın güçlükleri düzeyine yükselemediği”nin kanıtı, öne sürülen “öz yönetim” hedefinde bulunabilir. Kahramanlık ve direşkenlikte sınır tanımayan hareketin eksikliği önce burada aranmalıdır. Kentlerin yoksul proletaryası, sonuna kadar dövüşürken, fedakarlığın sınırlarını zorlarken, çevrelerini saran küçük-burjuva ablukayla yalnız bırakılmanın şokunu yaşadı. Başına gelen her katliamda topluca ayağa kalkmaya alışmış bir halk, Sur’un çığlığını duymayan Ofis’in gerçekliğiyle sarsıldı. Bu abluka, bu yalnızlık, ancak proleter sınıf kardeşlerine yaslanarak kırılabilirdi. Proleter sınıf için böyle bir dayanışmanın yolu enternasyonalist bir tutumdan geçebilirdi. Özcesi, kent savaşlarını yürütenler, özyönetim aracıyla değil, Türkiyeli emekçilerle birleşme ve birleşik devrimi yükseltme şiarıyla ortaya çıkmalıydı. Buna karşılık, ezen ulusun proletaryası, ayrılmadan kendi kaderini tayinden yana, bir enternasyonalist şiarlarla küçük-burjuva abluka ve sessizlik kırılabilir, proleter kitleler yardıma çağrılabilir, ve yine bu yolla, kent savaşlarını kahredici bir sessizlikle uzaktan izlemeye terk edilen en geniş yoksul kesimler, kavganın aktif bileşeni haline gelebilirdi. Her savaş gibi, zora dayalı kitlesel ayaklanmalar da, ancak stratejik bir kurmaylıkla yürütülebilir. Savaşımın aktif unsurlarını en geniş cephede harekete geçirebilmek, hasmın dayandığı toplumsal tabanı bölmek ya da kısmen etkisizleştirmek stratejik düşünmenin sahasındadır. Yoksa, askeri-teknik konularda yaşanan eksikler er ya da geç düzeltilir, ama yine de stratejik boşluğu doldurmaya yetmez.
Kürt halk kitleleri, savaşımın bu en sert döneminden, kabul edilmiş öncüye dair pek çok soru işaretiyle dolu olarak çıktılar. Yasal zaferlere olan inanç ve beklentilerini yitirdiler. Bu yüzden, tüm belediyeler ele geçirilip kayyum atandığında, protesto çağrılarını yanıtsız bıraktılar. 6-8 Ekim’de boy veren, Kent savaşlarında çok acı tecrübelerle açığa çıkan sınıfsal yarılmanın, halk hareketinin bütünlüğünü bozmaması için, dönemin tartışmasını ve eleştirisini talep etmediler, yani oturma odasındaki Pembe Fil’in dolaşmasına göz yumdular. Suskunluk “ölü taklidi yapmak”, her şeyden çok önemsedikleri birliği korumanın bedeliydi. Bu birliği test edebilecekleri günler (Newroz, seçimler) dışında, protesto çağrılarına karşılık vermediler, yasal parti buluşmalarına gitmediler. Parlamenter yola güvensiz ve gönülsüz olsalar da, bu birliği test etmenin yolu olarak gördükleri için, gidip oy verdiler, ama hepsi bu.
Uzun iç savaşla geçen devrim tarihimizde kiteler, pek az ülkede görülebilen şiddette, büyük sarsıcı olaylardan geçip dersler çıkardılar, kendilerine ait bilinçlerini her adımda biraz daha ileri taşıdılar ve bugünlere geldiler. Tüm gelişimine rağmen bu bilinç ve mücadele kapasitesi, devrimin zaferini güvenceye alacak seviyeye ulaşamadı. Çünkü o “kayıp halka” yani öncü ile kitleler arasında bu yazı boyunca sergilenen hatalar ve eksikler, dönüşüm sürecini sürekli aksattı, yalpalamalar kaçınılmaz oldu ve her yalpalama, sonuna kadar gitme kararlılığını örseledi.
Pandemiyle birlikte, elli yıldır kaynayan kazana, yepyeni ögeler eklendi. Devrimin bilinçli, birikimli ve ulaştıkları kanaatlere sıkıca tutunanlar yanında, hızla uyanıp harekete geçme potansiyeli oldukça yüksek olan bu “yeni müfrezeler”e çevirdik yüzümüzü. Devrimin ileri kitlelerinde bir türlü aşılamayan çıkışsızlık durumu, ipin ucu kaçan sorular ve sorunlar yumağı bulunuyor. Bu durum, politikaya yeni uyanan yeni müfrezelerin taze, atılımcı ruhuyla aşılabilecek mi göreceğiz. Hiçbir şeye yeniden başlama lüksümüz yok, üzerinde politika yaptığımız dövüş arenası buna izin vermiyor.
Umut Çakır
İlk bölümleri okumak için: I - II - III - IV - V - VI - VII -VIII - IX