20 Aralık’ta ne oldu? Dinci faşist borazanlara göre, “Reis döviz lobisini dize getirdi; uzun süredir hazırlanan plan devreye girdi, bundan sonrası üretim, istihdam, ihracat patlaması ve gelsin Çin modeli...”
Muhalif burjuvazinin taşkafalı basınına bakılırsa, devlet kendi yurttaşına tuzak kurdu ve yandaşlar bir gecede büyük voli vurdu, elde edilen parayla zafer havası estirerek bir erken seçime gidiliyor... Kafalar karışık, rivayetler muhtelif... Ama ne olup bittiğini özetleyelim. Çöküşün eşiğine gelen banka ve tekeller bir “kriz silkeleme” operasyonuyla Hazine dahil tüm paranın kontrolünü ele aldılar. Eğer o kritik adım atılmasaydı, yılın son haftası bankalar kepenk indirmiş, üretim ve ticaretin çarkları durmuş ve eli kulağındaki açlık tsunamisi sokakları vurmuş olacaktı.
Süreç, apaçık belirtileriyle adım adım yükseldi. Ekonomik çöküşün tüm işaretlerine rağmen, dinci faşist iktidarın çaresizliği ve acizliği, sermaye sınıfını cidden ürkütmeye başlamıştı. 30 Kasım’da günlük gazetelere düşen bir İstanbul Sanayi Odası toplantısı, sermayenin yaşadığı dehşete ışık tutmaya yeter. İstanbul’un sanayi patronları sırayla konuşuyorlar. “Son günlerde sanayicinin çok kazandığı ve bu kazancı çalışanlarıyla paylaşması gerektiğine dair çok tehlikeli bir söylem dolaşıyor” diyor birisi, işkembesindeki sancıları bastırarak. Sazı bir başkası alıyor; “sosyal barışın tıkanacağını görüyoruz, burada bence büyük bir sosyal patlama gelecek” diyor, ensesine inecek satırın kabusuyla. Diğeri manzaraya tuz biber ekiyor; “Benim çalışanım et süt alamayacak, yarın öbür gün bu iş başka yere gidiyor.” Belli ki, Kasım’ın son haftası kendini şöyle bir gösteren devrim dalgası, en tepedekileri fena halde ürkütmüş ve bu sözlerde faşist devletin kanatları altında olmaya dair hiçbir güvenlik duygusu yok.
Bir devrim, açların her şeyi yakacak öfkesiyle yol almaya başladıysa, istisnasız küçük, büyük tüm mülk sahibi sınıfları, alışılmadık tutumlara iter. Tuzu kuru dediğimiz, daha alt tabakadan burjuvalar, evlerine iki yıllık yiyecek stoku yapmaya başlamıştı, onların gücü ancak bu kadar tedbire yetiyordu. Tekelci sermaye ise, yatırımı bir yana koyup, servetlerini parça parça yurtdışına çıkarma telaşındaydılar, bunun için döviz kurlarına yöneldiler. Bir noktada ipin ucu kaçtı, tüm mülk sahipleri, hatta çalışanlar ve emekli aylığını alanlar, döviz bürolarında aldı soluğu; bankalar dövize yön verme gücünü, Tahtakale gibi sokak piyasalarına kaptırdı.
Kartopu misali birikerek büyüyen krizde bankaların sıkıntısı sonbaharla birlikte çekilmez hal almıştı. Sanayi ve ticarette kimse para dışında kağıt kabul etmemeye başlamıştı, yani para “ödeme aracı” işlevini yitirmişti. Bankalar için bundan daha kötü bir durum olamaz. Ödeme aracı işlevini yitirmiş bu paranın kontrolü, bankaların elinden hızla çıkar. Dahası, şirketler ve kişiler, mevduatlarını çekmek üzere, bir genel panik havasını yeterli görmeye başlar. Ve o panik anı, 17 Aralık’ta uç verdi, borsalar çakıldı, döviz uçuşa geçti. Bankacılar, kapı önünde uzayan müşteri kuyruklarının kabusuyla hafta sonuna girdiler.
İşte o hafta sonu alelacele bir toplantı tertiplendi. Bakanlar ve banka müdürleri kafa kafaya verdiler. Dövize hücumu kesmenin bir aracı olarak, hazine garantili TL mevduatı önerisi, bankacılardan geldi. Çok hızlı sonuç alınması zorunluydu, yoksa sektörün çöküşünü durdurmak imkansız olurdu. Bu yüzden sadece Merkez Bankası değil, Hazine de elini taşın altına koymalı, kasasındaki dövizleri feda etmeliydi. Toplantılardan çok kesin kararlar çıkmış olmalı ki, hemen kritik adımlar atıldı, bazı Hazine bürokratları gece yarısı kararnamesiyle görevden alındı.
Olayın dikkat çeken yanlarından biri şudur. Dinci faşizm, öylesine aciz bir noktada yakalandı ki, imzaladığı kararların nasıl sonuç yaratacağından emin değildi. Yoksa 20 Aralık günü boyunca biz, dinci faşist basının “RTE çok önemli müjdeler açıklayacak” anonslarıyla kafamızı şişmiş bulurduk.
Kimi hesaplara göre, Hazine kasasından çıkarılan 10-12 milyar dolara ek olarak, Merkez Bankasının 8 milyar doları, toplamda 20 milyar dolar, hızlı ve acımasız olması zorunlu operasyon için hazır tutuldu. Yurtdışı para piyasaları Noel tatiline girmişti; akşam saatlerinde internet üzerinden yapılan bireysel hizmetler devre dışı bırakıldı. Böylece meydan, bir avuç sermaye erbabına kaldı. CHP’li Deniz Yavuzyılmaz’ın açıklamalarına göre, o gece 3,6 TL’den dolar satın alanlar vardı. Küçük tasarruf sahipleri, nefes almak için tüm nakit varlıklarını piyasalarda dondurup duran orta büyüklükteki işletmeler, yani en tepedeki bir avuç tekelci dışında kalan herkes, acımasız bir “kriz silkeleme” operasyonunda, birikimlerinin en az üçte birini kaybettiler. Operasyon, bankalara, Hazine dahil tüm para varlığı ve dolaşımı üzerinde söz sahibi olma konumunu yeniden kazandırdı. Döviz kurunu gündüzleri bir anda tenhalaşan Tahtakale değil, geceboyu bankalar arası açık tutulan para transferleri belirlemeye başladı. Bir başka deyişle, en büyük tekeller, sermaye sınıfının tüm tabakalarına yayılan, servetini her an kaybetme korkusuyla tetiklenen paniği, bizzat o servete el koyarak dindirmiş oldular.
Bankalar döviz pazarını daha küçük oyunculara bu şekilde kapatıp, kredi çekenlere “dolar satın almayacağı” taahhütleri imzalatadursun, dinci faşizm, doların hızlı düşüşünden gayet memnun pişkin pişkin sırıtmakla meşguldü. Oysa, belli ki daha kafaya dank etmemiş, bankaların attığı gollerden birisi, dinci faşizmin kalesinde. Çünkü bankalar, Hazine ve döviz garantili mevduat yoluyla, dinci faşist iktidarın Merkez Bankası ve Hazineyi yağmalama tekelini kırmış oldu. Bu plan ne kadar süre işe yarar, o ayrı bir mesele; fakat ilk provası 20 Aralık’ta yapıldı, en iri tekeller geceyi %500’e varan kazançla kapattılar. Kurdun dişine kan değdi bir kez.
Marx, yirmi yıl boyunca dünyanın yere göğe sığdıramadığı Louis Bonaparte’la ilgili bir mektubunda şu tespiti yapar: “Yığınlar, üst sınıf olsun, alt sınıf olsun, görünüşe, işin dış yüzeyine, ilk ağızdaki sonuçlara bakarak karar verir”. Marx’ın bu gözlemi burjuva sınıfın, yığınları kontrol altında tutma yöntemlerinden birine işaret etmekte. Dinci faşizm, Hazine üzerindeki tekeli sayesinde, uzun yıllar, yandaş sermaye gruplarına akıl almaz düzeyde servet transferi yaptı, ama tek bir şartla: Ortada, kurdelesi şaşaalı törenlerle kesilecek bir “beton yığını” olmalıydı. Böylece toplumun en geri kesimleri, bu ihtişamlı yapılara bakıp, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” tesellisiyle avutuldu. 20 Aralık’tan sonra durum değişti. Hazine yağması, akıl almaz karlar üreterek ivmelenirken, artık ortada, töreni yapılacak bir “eser” olmayacak. Sadece, karanlık odalarda duvarlarda gizlenen kasalar dolacak. En geri yığınların kararını etkileyen “görünüş, ilk ağızdan sonuçlar”, dinci faşizmin elinden kaçırıldı. Dahası, her büyük inşaat faaliyeti, rant biçimli kazancın şişmesini sağlıyordu. Artı-değerin önemli bir kısmı, bu yoldan dinci faşist iktidar destekçisi gruplara akıyordu. Şimdi artı-değerin faize dönüşen kısmı, rantı büyük ölçüde eritmiş bulunuyor. Dolayısıyla, dinci faşizmin kalesindeki toplar saymakla bitmez. Ama en önemlisi, tüm kabağın başlarında patlayacağıdır. 20 Aralık kararlarından hemen sonra, sokaktaki ezici çoğunluk, durumu tam bir isabetle tespit ettiler: Bizden alacaklar, zenginin cebine koyacaklar. Çalıyorlar ama çalışıyorlar eblehliğinin bir politik karşılığı vardı. Bizden çalıp zengine verecekler uyanıklığının politik karşılığı da mutlaka olacaktır.
20 Aralık kararlarıyla parayı yeniden kontrollerine olan banka ve tekellerden kalesine yediği golü görmekten aciz dinci faşist iktidar, bu kararların ekmeğini yiyebilecekler mi? Belki kısa bir süre... Sermaye tabanına yayılan panik, “kriz silkeleme” yoluyla dindirildi. Ancak tam ilhak sürecini yaşayan bir ülkede para, hiç bir zaman işbirlikçi tekellerin tam kontrolünde olamaz. Bütün taşları yeniden yıkacak gelişmeler, hemen kapının ardında. ABD, başbelası enflasyona karşı faizleri yükselterek, doların kur düzeyini koruma derdine düştü. İşbirlikçi tekeller, Hazine’de kalan son para torbasını kullansalar dahi, paranın gidişatına yön veremezler.
Kontrol dışı kalan bir başka kriz unsuru, hiper enflasyondur. Başladı bile. Societe Generale, Kasım ayın sonunda bu uyarıyı yapıyor ve ekliyordu: “İnsanlar bankalardan varlıklarını çekebilir.” Elindeki döviz birikimini 20 Aralık’ta feda eden Hazine ve Merkez Bankası, enflasyon fırtınasına tek yolla karşılık verebilir: Boşa para basmak. Bunu şimdiden yaptılar. 20 Aralık’ta yağmurdan kaçan tekeller, kendilerini doluya tutulmuş bulacak. Üstelik bu kez “kriz silkeleme” ile karşılarına aldıkları dünün tuzu kurularının ittifakından mahrum biçimde.
Kısacası, eğer denildiği gibiyse, bu bir “seçime hazırlık” operasyonu ise, bundan daha kötüsü düşünülemezdi. Ama öyle olmadığını anlamak mümkün. Akaryakıta ve ulaşıma yağdırılan zamlar dinmek bilmiyor. Öfkenin asıl nedeni ortadan kalkmış değil.
Uzlaşmacı reformist sol, burjuva muhalefetin yaşadığı şaşkınlığa kahrolmuş gibi. Oysa, en başta CHP, şaşkın falan değil. 20 Aralık operasyonunun başındaki bankalardan birisi İş Bankası, yani CHP’nin de yönetimine katıldığı banka; onlar da büyük yağmadan paylarını aldılar. CHP suskunsa, birkaç cümleyle geçiştiriyorsa bu yüzdendir.
Devrimci proletarya, 20 Aralık’a dair, geçiştirme tutumuna girmemeli, CHP gibi tekelci muhalefetin yağma sofrasındaki rolü açığa çıkartılmalı. Ayrıca, çok daha büyük bir çöküşün tüm koşullarının hazır olduğu İSO toplantısında konuşan patronlar gibi tüm sermayenin toplumsal bir devrim korkusuyla hem kendilerini hem de faşist devlete karşı güvensizlik içinde oldukları, panik havasının burjuvaziyi her an yeniden sarabileceği ve bu durumda ortaya çıkması olası manzaralardan (bankalar önünde uzayan kuyruklar, hiper enflasyonun patlattığı sefalet, açlığın ölümle sonuçlanan trajedileri vb) bir ayaklanmanın ihtiyaç duyduğu genel bahanenin çıkacağı, devrimci yığınlara şimdiden kavratılmalıdır.
Devrimci politikanın ufkunda “açlık ayaklanması” var, bu durum devam ediyor. Üstelik bu kez “düzen-istikrar” diye bağrışacak tuzu kurulardan epeyce bir kısmı silkelenmiştir. Devrimin gücü, emekçi sınıflarda zafer düşünü canlandıracak düzeydedir.
Umut Çakır