Engels'in notlarında ilgi çekici bir bölüm vardır. Der ki; “Tarihte hareket, önde gelen halkların bütün nazik dönemlerinde karşıtlıklarla en dikkat çekici biçimde ortaya çıkar. Böyle anlarda bir halkın, bir çıkmaz yolun iki yönünden birini “şunu ya da bunu” seçmesi zorunluluğu vardır. Ve aslında sorun, her dönemde, politikayla uğraşan dar kafalıların arzu ettiğinden daima başka türlü konur.” ( Doğanın Diyalektiği, s;232)
Engels devrim dönemlerine atıfta bulunuyor. Dikkat çekici olan, devrimi de “çıkmaz yollardan biri” biçiminde değerlendirmesidir. Bunda şaşılacak bir taraf yok. Hangi halk bir devrime zaferinden emin olarak girmiştir. Hiçbir halk devriminde böyle bir güvence yoktu. O yüzden seçim anlarında sonu belirsiz bu macera, bir çıkmaz yol gibi görünen devrime halklar, zorunlu olarak başvururlar.
İki çıkmaz yol kavşağına gelmek, aynı zamanda, önüne geçilmez kesin bir kutuplaşmanın kaynağıdır. Ve şimdi bu topraklarda, yalnızca emekçi halkları değil, ama aynı oranda ve amansızlıkta, bizzat egemen sınıfları ve bürokrasiyi benzer bir kutuplaşmanın sardığını görmekteyiz.
Tekelci sermaye içi manzaraya ışık tutması için, Hürriyet gazetesi yazarı Erdal Sağlam'ın yazdıklarına başvuralım. Gazeteci, kameralar önünde mikrofonlara çok farklı konuşan “politikacı ve bankacıların” samimi düşüncelerini şöyle ifade etmiş: “Bakanlar ortalığı ne kadar yatıştırmaya çalışırlarsa çalışsınlar, ekonominin kötü yönetildiği, siyasi iklimin keskinleştiği, bürokrasinin çok yetersiz olduğu, uzun zamandır hiçbir iş yapılamadığı, işlerin düzeleceğine dair umutların giderek kaybolduğu, samimi konuşan herkesin dile getirdiği ortak kaygılar.” Egemen sınıf içi manzarayı özetliyor bu satırlar.
Çatışmanın boyutlarını, ancak pratik adımlardan izleyebiliyoruz. Dinci TÜSİAD'ı, ekonomik işbirliği konseyinden çıkardı. Devlet tekel bütünleşmesinin sembolik bir kurumu, fakat bu ihracın politik bir tutum olduğundan kim kuşku duyar? Çok değil bir kaç ay önce, patronlar kulübünün kürsüsüne çıkıp “OHAL gerekçesiyle grev yasaklıyorum” diye böbürlenen değil miydi? Anlaşılan, grevleri yasaklamak da aradaki derin çatlaklara olamıyor. Son haftalarda süre giden OHAL yüzünden pazar kaybettiklerini söyleyen patronların sayısında gözle görülür bir artış vardı. Şimdi, tekelci sermayenin en tepesindeki patronlar da iki çıkmaz yoldan birini seçmeye zorlanıyor: Proletaryayı daha rahat koşullarda sömürmek adına, bir sermaye çetesinin tüm devlet imkanlarını soymasına göz mü yumacaklar; yoksa uyuyan devi uyandırma pahasına, burjuva muhalefetimi canlandıracaklar? Konseyden çıkarıldığına göre TÜSİAD, burjuva muhalefetten yana ağırlık vermiş demektir.
Son zamanlarda CHP'nin “majestelerinin muhalefeti” olmaktan çıkıp, gerçek bir burjuva muhalif kılığına bürünmesinde, tekelci sermaye arasındaki çatlakların belirleyici bir yeri var. AKP'yi fena halde terleten kara-para trafiğine ilişkin belgelerin CHP'ye bazı yurtsever bürokratlar tarafından verildiği söylendi. Belli ki, egemen sınıf arası keskinleşen kutuplaşma, devlet bürokrasisine doğrudan yansıyor. Silahlı bürokrasinin, özellikle TSK'nin içinde bulunduğu yarılmanın sonuçlarını, yüzer yüzer gözaltına alınan albaylardan, binbaşılardan görüyoruz. Bürokratik yarılma, diğer tabakalara doğru, iktidarın daha karanlık çekirdeğinde yer alan mali, idari, adli kesimleri de etkisi altına almaya başladı.
Egemenler arası çatışmalardan devrimin önemli yararlar sağladığından, aklı başında pek az kimse kuşku duyar. Sermaye düzeninin üstü örtülü kanalizasyon çukuru, bütün pislik ve mide bulandıran ilişkileriyle ortalığa saçılıyor. Bu gibi kavgalardan hemen her zaman burjuva muhalefetin kazançlı çıktığını ileri sürenlere hatırlatmak gerek; Lenin devrim durumunu tarif ettiği koşulların en başına neyi yerleştiriyordu? Egemen sınıflar arası çatışmayı. Çünkü, böylesi açık bir çatışma olmaksızın, nüfusun ezici kısmını oluşturan emekçilerin; henüz politikaya yeni uyanmış, egemen ideolojinin sersemletici etkisiyle henüz yarı uykulu ve uysal, yarı aydınlanmış ezici çoğunluğun devrimin en keskin kavgalarına yönelmesi mümkün olmaz. Sözünü ettiğimiz o en geniş kesimin, bugün Rıza Zarrab davasına ya da burjuva muhalefetin sergilediği kara para trafiğine, sosyal medya üzerinden, herkesi şaşırtan ölçüde ilgi göstermesi, başka türlü açıklanamaz.
Devrimci sınıf ve kesimler dışında kalan, emekçilerin önemli çoğunluğunun iki çıkmaz yol kavşağına geldiklerini, iki yoldan birini seçmeye zorlandıklarını iddia etmek için, fazlasıyla olguya sahibiz. Gazeteler, bir araştırma şirketinin anket sonuçlarına yer verdiler. Dünyada yapılan bu araştırmada Türkiye, G. Afrika'dan sonra, geleceğe dair kötümserlikte dünya ikincisi. Meseleye yorum getiren bir “uzman”, insanların son derece ümitsiz ve karamsar olduğundan yakınıyor ve “Bu ruh hali teröre hizmet eder” uyarısında bulunuyor. Ümitsizlik ve karamsarlığı devrimin aleyhine bir kanıt sayanların, öğreneceği çok şey var.
Halkın en geniş kesimlerini saran ve gözle görülür hızda bir kutuplaşmaya neden olan bu durumun önemini kavramak için, Gezi günlerini hatırlayalım. Haziran ayaklanması boyunca, sokakları on milyondan fazla insan doldurmuştu. Kuşkunun, hedef ve amaçlarını netleştirecek zamana sahip olsaydı, bu amaca uygun sıkı bir kitle örgütlenmesi ve politik bir karargah yaratmış olsaydı, mevcut hükümeti devirmek için bu güç yeterli olurdu. Ancak, hedefler konusunda kesin bir ortaklaşma sağlayamamış, yüklendiği tarihi görevlere dair pek az zihin açıklığına sahip proleter öncü partiyle ilişkisi sınırlı bir kitlesel kalkışmanın, var olan hükümeti devirebilmesi için, çok daha geniş kesimlerin katıldığı, önünde durulmaz bir sel oluşturması zorunluydu. Gezi'den bu yana, saydığımız bu koşullarda pek az bir değişim olduğuna göre, Haziranla başlayan ayaklanmanın ilk zaferine ulaşabilmesi için, çok daha geniş bir kitlesellik gerekliliği olduğu yerde duruyor. Şimdi, sarsıcı olaylar, ekonomik şoklar, ortalığa saçılan kepazelikler, buna eşlik eden karamsarlık duygusu, halkın, Gezi'den çok daha geniş kesimlerini, aynı kuşakta buluşturuyor.
Deniyor ki, evet, halkta çaresizlik, öfke var; ama korkuyorlar, bu yüzden devrimi falan unutalım. El insaf! Karamsarlık ve öfkeye eşlik eden korkunun hakim olmadığı tek bir halk devrimi olmuş mudur? Tek tek kahramanların korkusuz atılımlarından değil ama on milyonların eyleminden doğan bir devrimde, halkın yüreğinden ne korkuyu ne de zafere dair bir güvensizlik duygusunu tamamen söküp atılabilir. Bu duyguları yok etmenin tek koşulu, iktidarı devrim yoluyla fethetmektir, ancak bu ilk seferden sonradır ki, güvensizlik ve korku son bulur. Öyleyse, en geniş emekçi kesimlerin korkusundan bahsedip duranlar, ya bir şey söylemiş olmuyorlar ya da iktidarın fethi olanaklarını görünmez kılmak için uğraşıyorlar.
Tekelci sermayenin sözcüleri kadar, pespaye reformistler de, halkın en geniş kesimlerini etkisine alan aşırı kutuplaşmadan şikayetçiler. Bunun nedeni yalnız bir yerde, dinci faşizmin kutuplaştırıcı söz ve pratiğinde arıyorlar. Oysa bir nesnel zemini olmadan, hiçbir toplum, binlerce yıldır yararını gördüğü birliğini, en tepedekilerin sözleri yüzünden bozmaz. Bu nesnel temel, en derindeki çelişkiler bir yana, şimdi bizzat, devrim ve karşı devrimin karşılıklı bağıntısından kaynaklanıyor: Ne karşı devrim kendisine yönelen ölümcül tehdidi savuşturabilecek güçte, ne de devrim köhne düzeni bir tekmeyle yıkabiliyor. Bu “pata” durumu, tam da bu, toplumun hızla en aşırı uçlara savrulmasına yol açıyor. Tarihin diyalektik yasası, şimdi, çelişkilerin zirvede olduğu aşamada, karşıt kutupların birbirlerine karşı en canlı, en hareketli hale gelişini hazırlıyor.
Egemenleri, bürokrasiyi ve halkın ezici çoğunluğunu bir tercihe zorlayan iki çıkmaz yol, devrimci kesimlerde de benzer olguları doğuruyor. Uzun iç savaşın farklı zamanlarında ve cephelerinde yer almış, Gezi’yi ortaya çıkarmış bu en ileri kesimler, geri dönülmez bir karar noktasındalar. Ya artık bir sonuç vaat etmediği açığa çıkan, ama daha az bedel gerektiren ve umudunu ancak solup giden önyargılara bağlayan o eski yol; ya da zaferini henüz keskin ölçülerde güvenceye alamamış, üstelik çok ağır bedeller gerektiren devrimci yol. Ya parlamenter oyunların bile bile ladesine ahmakça teslim olmak ve bu oyunlarla kopmaz bağları olan “hak-hukuk direniş” çizgisinin, şurada kaybettiğini burada arayan biteviye çizgisini sürdürmek; ya da silahlı bir ayaklanmaya girişmek. Birincisi çıkmaz bir yol olduğunu kanıtladı, en son Nisan referandumuyla politik barutunu tüketti, sesini ve söylemini tekrarladığı her yerde kitlelerin ilgisizliğiyle karşılaştı. İkinci yol, devrimci kitlelere en azından birincisi kadar çıkmaz görünüyor; sonu pek bulanık ve karanlık, üstelik bu yol henüz sesine ve söylemine kavuşamadı. Bu nedenle, daha derin, daha yavaş ve sessiz bir süreç işliyor.
Devrimci yığınların önemli bir kesimine dahi, şimdilik sonu belirsiz bir yol olarak gözüken ikinci yolun bütün sorunlarını ve karmaşık görevlerini aydınlatan politik perspektif, yalnızca proleter öncüde var. Onun ışığı hala yetersiz; gücü, birinci çıkmaz yolun zihinlerde bıraktığı muazzam tortuyu bir hamlede kaldırmaya yetmiyor. Ancak, proleter öncünün en büyük yardımcısı, sarsıcı olayların giderek sıklaşması, üst üste binmesi ve bunun devrimci yığınlarda belirgin bir bilinç etkisi yaratmasıdır. Proleter devrimci öncünün, ayağını sağlam basacağı nesnel bir zemine, devrimin en ağır yüklerin altına girebileceği bir kaldıraca ihtiyacı var. Bu nesnel zemin, şimdi en geniş emekçi yığınları iki çıkmaz görünen yoldan birini seçmeye zorlayan köklü ve aciliyet kazanan sorunlarda; kaldıraç ise zaman zaman artan ölçüde kitleleri sokağa döken kendiliğinden kaynaşmada olgunlaşıyor.
Umut Çakır