Bahar sayımızda estetiğin kategorilerinden yüce-olan ile aşağı-olan arasındaki ilişkiyi ele almış, sanatta yüce-olan ile aşağı-olanın ne olduğunu incelemiştik. Bu sayımızda ise trajik-olan ile komik-olan arasındaki ilişkiye bakacak, trajik-olan nedir, komik-olan nedir, sorularına cevap vermeye çalışacağız.
Trajik-olan ile komik-olan da estetiksel görünüşlerdendir. Tıpkı güzel-olan ile çirkin-olan, yüce-olan ile aşağı-olan gibi... Trajik-olan ile komik-olan nesnelerin değil, süreçlerin değer niteliklerini belirler. Kagan’ın belirttiği gibi; “Hiçbir bitki ya da hayvan, insan ya da insanın yaratmış olduğu bir nesne (yani bizim güzel ya da yüce diyebileceğimiz hiçbir şey) ne trajik ne de komik olabilir. Ancak insan tarafından yerine getirilmiş ya da sanatta canlandırılmış bir eylem, trajik ya da komik bir özellik taşıyabilir. O yüzden yaşamda olsun, sanatta olsun, trajik-olan ile komik-olanın alanı, ilintili olduğu nesneler dünyası ile eylem dünyası bakımından, güzel-olan ile yüce-olanın alanından daha dardır.” (s.169)
Daha önce olduğu gibi, yine şu soruyu sorarak cevaplamak gerekiyor; “Bir eylemin estetik kapsamını, estetik değer olarak, güzel-olan ile yüce-olandan ayıran şey nedir?” Yine Kagan’a başvurarak cevaplarsak soruyu, “Uyumlu biçimde örgütlenmiş varlığın algılanışından ortaya çıkan güzel ve yüce-olandan farklı olmak üzere trajik ve komik-olanın, dünyanın ayrımlaşmamış biçimde dramatik olarak algılanışından doğduğunu” söyleyebiliriz.
Trajik-olan ile komik-olan kendini en belirgin olarak tragedya ve komedyada göstermiştir. Peki, nedir tragedya? Tragedya sözcüğü Yunanca tragoidiadan gelir; tragos (keçi) ve oidie (türkü) sözcüklerinin birleşmesiyle “keçilerin türküsü” anlamında kullanılır. İlk dönemlerde korodaki oyuncuların teke derilerini giyerek oyun alanına çıkması böyle adlandırılmasına neden olmuştur. Tragedya’da yüceltilmiş bir kahramanın iyi bir durumdan kötü bir duruma düşüşünü izleriz. Seyircide korku ve acıma duygusu uyandırır. Günümüzde ise, sıradan bir kişinin çevresi ile girdiği ilişkilerde toplumsal çelişkileri hissetmesiyle ortaya çıkan durumu ele alır. Yani Antik Yunan’da doğmuş, Batı’ya has başlıca bir oyun türüdür. Tragedya, özü trajik olanın sanatsal-dramatik biçimidir. Aiskhylos’un Zincire Vurulmuş Prometheus’u, Sphokles’in Kral Oidipus’u ve Euripides’in Andromakhe’si ilk tragedya örnekleridir.
Zincire Vurulmuş Prometheus’ta, Zeus karşısında, her zaman insanlardan yana olan Prometheus’un, tanrıların egemenliğine karşı çıkarak ateşi çalması anlatılır. Prometheus, tanrılardan ateşi çalarak insanlara verir. Cezası büyük olur. Bir kayaya bağlanarak kalbi bir kuş tarafından parçalanır ve bu her gün yeniden tekrarlanır. İnsanlık adına bedel ödeyen ilk kişidir. Bundan dolayı da onun yaşamı trajik bir yaşamdır ve tragedyaya konu olmuştur.
Sophokles’in Oidipus’u ise doğuştan lanetli trajik bir kahramandır. Kehanete göre, Kral Laios’un bir oğlu olacaktır. Bu oğul Kral’ı öldürecek ve annesiyle evlenecektir. Anne İocasta, bu kehanete inanır ve oğlunun vahşi hayvanların arasında ölüme terk edilmesini ister. Ancak, çoban bunu yapmaz ve onu başka bir krallığa bırakır. Oidipus gerçeği bilmeden büyür. Günün birinde bir başka kâhinden kehaneti öğrenir. Lanetten kurtulabilmek için krallığı terk eder. Oysa lanet onun peşini bırakmaz, yolda karşılaştığı ve öldürdüğü adam babası, ödül olarak evlendirildiği kraliçe ise annesi olur.
Andromakhe, antik Yunan mitolojisinde Hector’un bahtsız karısıdır. Babası ve yedi kardeşi Akhilleus tarafından öldürülmüştür. Truva savaşı sırasında hem kocasını hem de oğlunu kaybetmiş, sonunda da tüm ailesini öldüren Akhilleus’un oğlu Neoptolemos’un metresi yapılmıştır. Andromakhe’nin trajik yaşamını verir bize Euripides bu tragedyasında.
Ölüm, insanın karşı koymaya çalıştığı, ama ister istemez karşısında yenik düştüğü temel doğa güçlerinden biridir. Trajik-olanın özünü ölümde bulan kuramcılar olmuştur. Oysa her insanın ölümü trajik değildir. Dünyada milyonlarca insan doğar, büyür, yaşar ve ölür. Ancak belli insanların ölümlerini biz trajik olarak algılarız. Örneğin, insanlığın kurtuluşu için mücadele vermiş, yeni bir değer yaratmış insanların aramızdan ayrılması bizde derin duyguların oluşmasına neden olur. Her ölüm erken ölümdür ama bazı insanlarının ölümü tüm insanlığı ilgilendiren bir olaydır. Ama bir de insanlığın genel değer yargılarıyla çelişen, insanlığın yıkımı için uğraşan kimi insanların ölümü ise tam tersine bizde mutluluk duygusu oluşturur. Tüm diktatörlerin, katliam generallerinin ölümü karşısında hissettiğimiz duygular gibi.
Trajik-olan tıpkı güzel-olan ve yüce-olanda olduğu gibi her zaman tarihsel ve sınıfsal özellik taşır. Farklı toplumsal kesimler için güzel-olan ile yüce-olan anlayışları birbirinden farklı ise trajik-olan tasarımları da birbirinden farklıdır diyen Kagan, bu düşünceyi şu karşılaştırmalarla ortaya koyuyor. “Hıristiyanlığın egemen olduğu dönemlerde, en büyük tragedya gözüyle bakılan şey, İsa’nın acı dolu yaşamı ve ıstırap dolu ölümü ile efsanevi İncil kahramanları, yani dört havariler ile azizlerdi. Dinin yerini dünyasal düşünce almaya başlayınca, insanlık da gerçek tarihsel kahramanların trajik alınyazılarını estetiksel olarak görmeye, Spartaküs ile Jeanne d’Arc’ın, Giordano Bruno ile Marat’ın alın yazılarını sanatta canlandırmaya başlamıştı. Romantizm ozanlarının gözünde ise, kural olarak, fantastik kişiler (örneğin, Byron’ın Kabil’i, Vagner’in Uçan Hollandalı’sı) ile olağanüstü kişiler (söz gelişi, Hugo’nun roman ve oyunları ile Puşkin’in şiirlerindeki trajik kahramanlar) trajik kahramanlardı. Gerçekçiliğin romantizmin üstesinden gelişi, her şeyden önce sanatçıların, trajik çatışmaları, olağan günlük yaşamın içinde, toplumsal gerçeklikte yatan çelişmelerde aramaya başlamalarında görülür. Trajik alanda, Eugen Onegin ile Boris Godunov’un, Şeytanlar ile Miziyri Petroşin’in, Kabil’in yerini Julien Sorel ve Goriot Baba’nın alışları böyle olmuştur.” (s.171)
Sınıfsal idealler arasındaki farklarda trajik insan anlayışı bakımından değişime uğramıştır. Fransız soyluları için feodalizmin yıkılışı sırasında soyluların ölümü trajik iken, burjuvazinin bayraktarlığını yaptıktan sonra, gericilik döneminde öldürülen burjuvaların ölümü trajiktir. Aynı şekilde, işçi sınıfının burjuvaziye karşı ayaklandığı dönemde, komüncülerin kurşuna dizilişi trajiktir. Her sınıf kendi ideallerine uygun kişileri ve olayları trajik olarak ele almış ve bunu sanatın konusu yapmıştır.
Trajik çatışmanın temelinde yatan şeyi, yüzyıllar boyunca insanlar farklı yerlerde aramışlardır. Trajik çatışmayı alın yazısıyla, kaderle ve buna benzer gizemli güçlerle karşı karşıya kalmasında görmüşlerdir. Oysa biz biliyoruz ki, trajik olanın temelinde yatan şey, ideali gerçekliğe dönüştürme savaşımıdır. Bu savaşım ise kendini toplumsal alanda gösterir.
“Ne biyolojik bir yasallık olarak ölüm, ne de psikolojik bir görüş olarak acı, kendinden trajik değildir. Ancak şu ya da bu biçimde, ideali canlandırdığı, temsil ettiği ve koruduğu sürece trajik anlam kazanabilir gerçek bir varlığın ölümü ya da acısı. Bir başka deyişle bir tragedya, idealin gerçek dünyaya göçüşü, ideal-olanın gerçek-olana yenik düşüşüdür. Bu bakımdan, içinde hiçbir ölüm, hiçbir acı, şu ya da bu ideali gerçekleştirmek için hiçbir savaşım, hiçbir kavga, hiçbir karşı karşıya çatışma, doğa güçleriyle hiçbir savaş oluşturmayan trajik durumlar da olabilir. Yaşamın güncel olağan akışı içinde, bu arada, yaşamdaki komik anlarda bile, derinden içli bir tragedya bulabiliriz. Chaplin’in Modern Zamanlar’ında olduğu gibi. Orada trajik havayı veren şey, insanların çirkin ve küçük yaşam tarzlarının tüm insansal olan şeyleri ayaklar altına alarak ezişinden, insanı insanlığından çıkararak makinanın parçası haline getirmesinde hissederiz.”
Rus resim tarihinden P. Fedotov’un “Bir daha, bir daha, bir daha” adlı tablosundan örnek veren Kagan, bu tablodaki trajik olan şeyi şu şekilde açıklıyor: “Resme daha yakından bakıp içine girince, resmin derin trajik kapsamı iyice anlaşılmaktadır. Bu aptalca, anlamsız, amaçsızca vakit öldürme olarak görülen şeyde, büyük bir sanatsal yaratım sonucu, Rusya’daki bir taşra subayının boş, yapayalnız, umutsuz yaşamı canlandırılmıştır. Aşağılık, çirkin, gerçeklikle çatışan ideal insan yaşamı tasarımı burada yenilgiye uğramıştır; tragedyayı yapan şey, bu idealin yenilgiye uğrayışıdır.” (s.175)
Gerçek toplumsal yaşam ile insancıl idealler arasındaki uzlaşmaz çatışma, yalnızca idealleri olan kahramanların değil, aynı zamanda o idealin kendisinin de yenilgiye uğrayışını dile getirir; idealin yenilgiye uğrayışı burada rastlantısal, geçici değil, tam tersine, derin, yasalara uygun, sarılmaz ve kesindir. İşte trajik çatışmanın bu yolda çözümüne, böyle bir dünya anlayışına, böyle bir yaşam felsefesine kötümser denir. Belli bir yaşam düzeninin, onunla da birlikte bu döneme damgasını vurmuş insanların ideallerinin çöküntüye uğradığı, bu çöküntüye uğrayışın ideal ve iyi-olanın kötü ve karanlık-olanı yenmesine artık olanak olmadığını gösteren, kesintili dönemlerdir. Rönesans’ın bunalım döneminde yer alan böyle bir dünya görüşünün çarpıcı bir sanatsal örneği, Pieter Bruegel’in Körler adlı resmidir. Uçuruma giden üç beş kör, tüm insanlığın aldığı tarihsel yolu simgelemektedir burada.
Romantiklerin dünya görüşünü Lenin “tarihsel kötümserlik” olarak adlandırır. Burjuva devrimin yarattığı sonuçlardan hayal kırıklığına uğrayan romantikler, dünyaya kötümser bakmışlardır. Burjuva toplumun çelişkilerini görmüş, ama bunların çözülemeyeceğinden hareket etmişlerdir. İşçi sınıfının değiştirici dönüştürücü gücünü göremediklerinden geleceğe kaygıyla ve korkuyla bakmışlardır. Kapitalizmin daha ileri aşamalarında, I. ve II. Dünya Savaşlarının ardından gelecek konusunda insanlığın yaşadığı kaygı daha da artmış, geleceksizlik duygusu kötümser yaklaşımları artırmıştır. Çağımızın tragedyası olarak toplumsal çürümeyi ve yozlaşmayı alabiliriz.
Kötümser tragedyanın yanında iyimser tragedyada vardır. Adını Vişnevski’nin oyunundan alır. İlk iyimser tragedya örneğine Shakespeare’de rastlanır. Romeo ve Juliet, Hamlet, Otello’nun estetik kapsamları, ideali temsil eden ya da ideal için savaşan güzel bir insanın yok oluşunun, o idealin kendisinin yok oluşu ile aynı anlama gelmemesinde kendini gösterir. Shakespeare’in tragedyaları, aklın, adaletin, güzelliğin, özgürce duyguların ve insana güvenin, her zaman için üstün geleceği inancıyla doludur.
Toplumcu sanatın özünü Kagan şu şekilde ortaya koyar: “Toplumsal gelişme üstüne iyimser bir anlayış ile toplumsal gelişmede ortaya çıkacak en sert trajik çatışmaların iyimser bir yoldan çözümü.” Toplumcu yapıtlarda, kahramanın ölümü hiçbir zaman o kahramanın savaşım verdiği davanın yok oluşuyla, savunduğu idealin yok oluşuyla aynı anlamda alınmaz. Kahramanın ölümü, bedenen yok oluşu, onun manevi zaferi, manen ölümsüzlüğü anlamına, yenilmezliğin ve bundan böyle yeninin simgesi haline gelir. Kötümserlik toplumcu sanatın özüne yabancıdır.
Kötümser tragedya, insanları güçsüzleştirir, yüreksizliğe, edilgenliğe götürür. İyimser tragedya ise insanları arındırır, insanda savaşım istemini, atılım gücünü uyanık tutar. Kötülüklere karşı savaşım ruhunu geliştirir. Kahramanlar, savaşçılar devrimciler yetiştirir. Kagan’a göre; “Toplumcu sanatta iyimser tragedyanın en önemli özelliği, idealin önünde sonunda üstün geleceği inancından değil, ama aynı zamanda bu üstünlüğün kaçınılmaz olduğunun bilinişinden de gelir. Sonunda yok olup giden kahramanlara özel bir manevi yoğunluk katan şey, bu yüksek düzeydeki tarih bilincidir işte. Sanatın, ölümü ne şekilde vermesi gerektiğine gelince, ilginç örnekler oluşturuşu bakımından denebilir ki, nasıl değişik yaşamlar varsa, değişik ölümler de vardır.”
İyimser tragedyaya örnek, Potemkin Zırhlısı ve Mayakovski’nin Vladimir İlyiç Lenin şiiri verilebilir. Burada kahramanlarının yok oluşu onların temsil ettiği ideallerin yok oluşu olarak verilmemiştir. Kahramanın ölümü, onun manevi zaferi olarak gösterilir.
ÖNSÖZ, 8. Sayı, Yaz ‘07