Uluslararası komünist hareket 20. yüzyıl boyunca, bu kitapta (Bela İyidir) yeni bir keşifmiş gibi aktarılan pek çok çalışma ilkesini bizzat uygulayan ve milyonlara ulaşan bir kitle çizgisine sahiptir.
Bu tarihsel miras bize yeter diye düşünmemek gerek. Proleter komünistler kibre kapılmazlar, gerektiğinde can düşmanından bir şeyler öğrenmeyi reddetmezler. Kitle çalışmasını komünistler icat etmedi, binlerce yıllık deneyimin mirasını süzgeçten geçirdi. 20. yüzyılın Leninist tipte partileri bir yana konulursa, tarihin en uzun süreli sistematik kitle çalışması hangi kuruma ait diye sorulsa cevap bellidir. Elbette Katolik kilisesinin merkezi Vatikan. İki bin yıla yakın birikime sahip bu gerici propaganda kurumu, dünyanın her köşesine yolladığı misyonerlerden düzenli raporlar alır. En uzak kültürel topluluklara Katolik hurafeleri aşılamanın yolları, bu düzenli raporlamalar ve çıkarılan derslerle bulunur. Özellikle cizvit papazları, propagandanın en gözü kara militanları oldular. Bir Cizvit misyonerinin birinci ilkesi, gittiği yerlerde insanlara, dinsel inançlarını değiştirmek amacıyla geldiğini ilan etmemektir. İlk adım böyle dikkatle atılır. Çünkü karşılarında, binlerce yılın kalıplaşmış inancı olduğunu bilirler. Ve bu yerel inancı karşılarına aldıkları anda, temas ettikleri insanlara hiçbir şey aşılamayacaklarını, dahası bir güzel köteklenip kovulacaklarını da bilirler. Ne yapardı bu misyonerler: “Gezgin misafir” rolü oynadılar, bir misyoner değil, ama dünyayı tanımaya meraklı, hevesli, yardımsever insan görüntüsü verdiler. Evlerini topluluğun içine değil biraz dışına kondurdular. Ve sabırla bir gözlem sürecine girdiler. Yerel kültür ve inançta Hristiyan propagandanın sızabileceği çatlaklar ve inancın temas ettiği noktaları bulmaya giriştiler. Aç bir kurt misali, saldırmak için topluluğun zayıf ögelerini belirlediler; hastalara yardım ettiler, dertlilerle dostluk kurdular. Vatikan’a yollanan düzenli raporlarla, gözlem ve deneyimlerini paylaştılar. Bu sayede, uzun asırlar boyu şekillenmiş, inceltilmiş, hangi derde hangi vaazın iyi geleceğini bilen, sistemli bir propaganda aygıtı yaratmış oldular.
Tarihten süzülüp gelmiş bu ilke, komünist propagandanın da başlangıç ilkelerinden biri haline gelmiştir. “Temas ettiğiniz kitlelere, sizi örgütlemeye, kurtarmaya, hatalarınızı göstermeye ve eğitmeye geldim demeyin, çaylak misyonerler gibi köteği yersiniz...” Ne var ki, 20. yüzyıl boyunca nice başarılı devrimlere imza atmış, ayaklanmalara öncülük etmiş komünist hareketin, bu başlangıç ilkesini hiç dikkate almaması ve sonuçta, Lenin’in pek çok kez ikazda bulunduğu “komünist kibir”e kapılması işten bile değildir. Burada, uzun iç savaşın tarihinde, kitleler ile öncülerin ilişkileri masaya yatırıldığında, bu “komünist kibirci” izleri rahatlıkla görünür. Yani gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklendi. Ama artık, halkanın ilk düğümünü yeniden hatırlamanın zamanıdır.
Gerisini “Bela İyidir” kitabına bırakalım. Bütün o “karşı-hegemonya inşa”sını, egemenlerle pazarlık heveslerini, karşı-devrimci gençlik eylemlerine sempatiyi, zora dayalı devrimin inkarını vb. bir yana süpürsek dahi, geriye kalanlar, komünistçe kibrin bize unutturduğu noktaları hatırlamaya yeter. Kitabın pek çok yazarı var. çoğu profesyonel bilişim ve iletişim uzmanı ve militan gruplara bu konularda seminerler veriyorlar. Kitlelerle hangi yollardan etkin bir iletişim kurulacağı ile yetinmiyorlar, bu işe soyunan propaganda gruplarının içsel dinamiklerine de değiniyorlar. Bu sayede kayıp halkanın yeniden inşası için gerekli içsel hazırlıkları da vurgulamış oluyorlar. Bizim açımızdan en önemli noktalardan birisi, yazarların deyimiyle “siyasi kimlik paradoksu”dur.
“Her ciddi toplumsal hareketin merkezdeki üyeleri sürmekte olan mücadele boyunca olağanüstü bir birlik, fedakarlık ve kahramanlık göstermeye teşvik edecek, eşit derecede ciddi bir grup kimliğine ihtiyacı vardır. Fakat güçlü grup kimliği iki ucu keskin bir kılıçtır. Grubun kimliği ve bağlılığı ne kadar güçlüyse, insanların başka gruplara ve topluma yabancılaşma olasılığı da bir o kadar artar. Siyasi kimlik paradoksu budur.” (Age, 254)
Ürkütücü derecede tanıdık geliyor öyle değil mi? Korkunç bedellerle örülü uzun iç savaşta, kolayca gözden kaçırabildiğimiz bir yan hasardır siyasi kimlik paradoksu. Görevlerin ağırlığı, grup üyelerindeki fedakarlığı, bağlılığı ve kahramanlığı öylesine ön plana çıkarmıştır ki, “kendini davaya adayan radikaller, düşman topraklarındaki yalnız gerilla savaşçısı gibi dünyayla tüm bağlarını kopardılar” diyen yazarlar, bizi bize anlatıyor gibiler.
Bu paradokstan kurtulmanın yolları bilinmez değil. Yazarlar, en başarılı eylemlerin kalplere dokunan ve fikirleri değiştiren, güçlü hikayeler yaratan eylemler olduğunu dile getirmekle haklılar. Önemli bir ikazda bulunuyorlar, örneğin “protestocu gibi giyinmenin” sakıncalarından söz ediyorlar: “sizinle aynı fikirde olmayan insanlara ulaşmak istiyorsanız, kafalarında kalıplaşmış ‘protestocu’ yargısını nasıl yıkabileceğinizi düşünün. Unutmayın. Protesto yaptığınız şeydir, kimliğiniz değil. Eğer öğretmenlerin, yaşlıların ve ofis çalışanlarının kafanıza vuran polise sinirlenmesini istiyorsanız, pazar akşam yemeğine evlerine gidiyormuş gibi giyinin. Kendilerini ya da çocuklarını, sizin yerinize koymasını kolaylaştırırsınız” (Age, 126/127) Elbette, 70’lik Cumartesi Annelerinin coplanıp yerlerde sürüklendiği, altı aylık bebeklerin keskin nişancı hedefine, bir defa da değil, iki kez vurularak kurban gittiği topraklarda, bu türden naif öğütlerin gücü ve etkisi tartışılır, fakat burada ana fikir önemlidir; Grup kimliğine hapsolmamak, henüz bizimle aynı fikirde olmayanların kalplerine dokunmak için sahip olduğumuz alışkanlıklardan kurtulmak, iyi bir başlangıçtır.
Misal, şu yaşadığımız günlerin en acıtan gerçeğine, açlığa yönelik bir eylem yapma kararı alındı. Alışkanlıklarımızın bizi nasıl bir eyleme sürükleyeceği şimdiden bellidir: Hemen imzalı bir pankart hazırlanır, muhtemelen üzerine şöyle afili bir ifade kondurulur: “Açlıktan ölme, kapitalizmi öldür!” Sonra hep beraber, akşam haberlerine çıkabileceğimiz (bu kaygının nasıl sürekli ön planda olduğunu anlatmaya gerek yok) bir meydana çıkarız ve her şey dakikalar içinde olup biter. Geriye, kitlelerin kalbine dokunan, fikirlerini değiştiren bir hikaye değil, ama eylemi yapan grubun “tarihe not düşme anı” kalır. Ha, bir de, rakip eylem gruplarına “Bakın biz bir şeyler yapıyoruz, siz ne yapıyorsunuz?” gibi “iş bitirici” bir soru yöneltmenin cakası kalır.
Eh, en azından şimdilik, yapılabileceklerin en etkisizini biliyoruz. Peki, ne yapılabilir? Alışılmışın dışında her şey, bu kalıplaşmış eylem biçiminden daha iyidir, bu kesin. Şu adımlarla başlanabilir: Açlığın pençesinde gerçekten kıvrananları bulmak, günümüzde hiç zor değil, bunların bir kaçını eyleme ikna etmek de öyle. Bu kişilerin eylem anında elindeki megafonda anlatacağı her hikaye, duyanların kendilerini özdeş tutabilecekleri bir propagandaya dönüşür. Basın açıklamalarının bürokratik, soğuk dilinin yerini, içten bir acıyla haykırılan yakıcı sözler alır. Eylemci topluluğun görevi, bu kişinin hikayesini aktarmasını kesecek müdahaleleri savuşturmak olabilir. Ve istenen, kalıplara dokunan etki yaratıldığında, öncü, kendi mesajını vermekten imtina etmeyecektir.
“Bela İyidir” kitabının yazarları, iletişimin yeni teknolojik kanallarından yararlanmaya epeyce kafa yormuşlar ve bu yeniliklere uygun, başarılı deneyimlerden geçmiş taktikler öneriyorlar. Bu taktiklerden birisi, “İşgal Et!” eylemlerinin, kitlesel ölçeğe ulaşmadaki başarısının anahtarını sunuyor: Eyleme geçici semboller bulmak. “Olay sembolün anlamdan mahrum olması değildir” diyorlar, “yüzer gezer semboller”i konu edinirken yani eyleme katılması muhtemel herkesin, içeriğini kendince doldurabileceği amblem ve görsellerden bahsediyorlar. “Hem ‘işgal et!’ hem de ‘%99’ kamuoyu görüşünü stratejik olarak çerçeveleyen ve siyasi söylemi net bir yöne çeken içeriklere sahiptir. Sembolün anlamı çok özelleşirse -aynı çizgideki herhangi bir akım ya da grupla fazlasıyla ilişkilendirilirse- güçlü ve geniş albenisini kaybetme riski artar” (Age, 234-235) İşgal Et ve %99, sosyal medya hesaplarında etiket (hashtag) olarak kullanıldığında, gücünü ve albenisini kanıtlamıştı. Kamuoyunun alakasını, dikkatini arttırmakla kalmamış, herkesi taraf olmaya zorlamış, dahası, kendi tarafının daha ikna edici olduğuna inandırmıştı. Ne de olsa pek az insan %99’un karşısında yer almayı ister. İşgal Et sembolü ise, taraf belirlemenin etkinleşecek yönüne işaret etmekteydi. Madem bir tutum aldınız, bir taraf belirlediniz, öyleyse artık buna uygun bir hareket içine girin. İki temel sembol-slogan, tarafları ayrıştırmış, saflaştırmış, ve bir eylem biçimine dikkat çekmişti. Geriye, hasadı devşirecek bir somut eylem çağrısı yapmak kalıyordu. Eylem yeri: Wall Street, tarih şu ay, şu gün ve “Çadır getir” ... en geniş öfkeli emekçiler ve gençlerin, kendilerini katabilecekleri, iradelerini sergileyebilecekleri esneklikte, yalınlıkta bir talimat. Dileyen “acaba bizde nasıl olurdu?” sorusunu cevaplasın ve aradaki korkunç farklılığın, devrime neler kaybettirdiğini düşünsün.
Yazarların “anlatmayın, gösterin” uyarısı da hatırlamamız gereken “kayıp halka”nın düğümlerinden birisidir. Büyük iddia ve hedeflere sahip öncüler, en kısa süre içinde, konunun en önemli noktalarını öne çıkarabilmek adına, hikayelere değil, olgulara odaklanır, yani kavramlar ve teorik çerçeveyle donatılmış sonuçlara, sayılara vs... Bunun için istatistik, ekonomi politik jargonundan yardım alırız ve anlatının bir anda, ne denli soyut, karmaşık ve dinleyenlere uzak kaldığının farkına bile varmayız. Kitabın bir yazarı, olgularla anlatmaya karşı çıkışının gerekçelerini, bilişsel bilimin son bulgularına dayandırıyor: “Her ne kadar insanların olayları aklı başında değerlendirerek karar alan mantıklı aktörler olduğuna inanmak istesek de, bilişsel bilim bizlere dünyayı hikayeler aracılığıyla kavrayan anlatısal yaratıklar olduğumuzu hatırlatır. Aklımızdan çok, iç güdülerimizle karar alırız.” Son cümlede geçen yargı, reklamcı şirketlerin mottosudur, ama sınıf mücadelesinin kazandırdığı canlı sezgi ve kanaatlerin önemini tümüyle ıska geçer. Uyarının haklı olan yönü, soyut istatistik, ekonomi tarih vb. bilgilerle bezeli soyut olguların, insanların kalbine ve beynine ulaşmada, gerçek hikayelerin yarattığı etkiden çok daha az etkili olduğudur.
Yazarlar, bu türden hikayeler anlatma yöntemlerinin kolayca sapabileceği hataların farkındadır. Kalplere ve fikirlere hitap eden ajitasyon, mağduriyet söylemine saplanıp kalma tehlikesi barındırır. Üstelik, mağduriyetin dile gelmesi yoluyla, insanlarda bir “suçluluk duygusu” yaratma hedefine yönelirler. Oysa yazarlar, suçluluk duygusunun, bir davaya içtenlikle tutunmanın önüne engel olduğunu, bunun “dışsal” bir zorlama yaratarak, geçici, sürekli taşıması mümkün olmayan bir duygu yükü oluşturduğuna dikkat ediyorlar. Bu topraklarda, sol öncü grupların ne kadar sıklıkla bu türden hatalara düştüklerini, hatta, mağduriyet ve suçluluk duygularına hitap etmenin ne denli sorgulanamaz bir alışkanlık haline getirildiğini düşündükçe, bu kafası karışık kitabın bile, pek çok üstün yanları bulunduğunu teslim etmekte hiçbir sakınca yok.
Bela İyidir’den aktaracaklarımız bu kadar. En azından, dikkatleri çekmiş olmayı umuyoruz. Bu kez gömleğin düğmelerini tam doğru iliklemek için, en azından, daha az hata barındıran, eksiklerinden dersler çıkarmış bir bakışı oluşturmayı umuyoruz. Üzerinde yükseldiğimiz temel, az çok belirmiştir. Karşımızdaki devasa kitlenin hem yapısal (ekonomik, mekansal, kültürel) hem de bilinç dönüşümlerini, tarihsel bir perspektifle izledik. Bu konuda ne denli söz edilse azdır ya, bilinç dönüşümlerinin ana hatları, gelişim çizgisi, tıkanıp kaldığı noktalar ortaya konuldu. Ve kayıp halkanın, sonraki büyük adımları hazırlayan, basit ve yalın ilk adımları yeniden hatırlatıldı.
Sıfırdan başlamıyoruz, kayıp halka, kitleler ve öncüler arasında daha sağlam köprüler kurmanın ilk adımlarıdır sadece. Daha karmaşık olanı, köprüye yönelecek kitlelerin, bilinç, örgütlenme ve mücadele kapasitesi bakımlarından çeşitlilik arz etmesidir. Öyleyse, kitlelerle ilişkilerin kayıp halkasını yeniden ele geçirirken, karşımıza dikilip ne diyeceğimizi duymak isteyecek kitlelerin somut durumunu, sınıflar mücadelesinde hangi konumu tuttuklarını ve hangi farklı sorulara cevap aldıkların bilmek, meselenin abecesidir.
Gelinen noktada, devrimin üçüncü katmanını yani politikaya yeni uyanan en taze bölükleri harekete geçiren duygu, açlık tehdididir. Çelişkinin kendisi yeterince kışkırtıcı, çılgınca atılımlar için yeterince acil ve çok geniş bir emekçi kesimin kolayca hemhal olabileceği, aktif destek konumuna gelebileceği bir sorun niteliğindedir. Bu üçüncü katmandan, daha şimdiden, son derece ajitatif, son derece içten, cehennemi vurgular taşıyan eylem çağrıları yükseliyor, bu çağrılar giderek yaygınlaşıyor, sıklaşıyor. Onlar artık mağduriyetlerini anlatma noktasının ötesindeler, kimsenin onlara acımasını beklemiyorlar. Yani teoride en zor örgütlenebilecek kesim olarak görünenler, yeni yeni ayırtına vardıkları basit ve kararlı zihniyetleriyle, cesaret ve cüret dolu atılımlara hazırlar. Kayıp halkayı yerine koyarak, onlarla, girişeceğimiz ilişkilerde, amaç ve hedefi, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek, zenginlerin servetine el koymak biçiminde belirlemek, gelinen aşamada hiç de “aşırı” bir konumlanış değildir. Bu hedeflere varıldığında, açlığın, işsizliğin, gelecek umutsuzluğunun nasıl dindirileceğini anlatmak zor değil. Onlara, yüksek politikanın karmaşık diliyle değil, yalın, somut, yakın bir geleceği tarif eden bir dille konuşmak yerinde olur. Bilmeliler ki, iktidarın zor yoluyla fethinden sonra, son aç bebek doyana dek, zenginlere gram ekmek vermeyeceğiz. Çok değil, buna benzer birkaç esin verici fikirler açıklayalım, açlığın şaha kaldırdığı hayal gücü, gerisini halledecektir.
İkinci halka yani Gezi denemesinden hareket edenler, bağımsız devrimci inisiyatifini bu ayaklanmada sınamadan geçirmiş, amaç ve hedef eksikliğinden muzdarip, bu yüzden her türden yalpalamaya açık bir kitledir. Bir noktayı gözden kaçırmayalım: Gezi deneyimi onları öncülerle yakınlaştırmadı, nedenlerini biliyoruz. Bu katman içinde yapılacak en iyi propaganda, daha ileri bir hareket için teşvik ve yardım sunmaktır. (Bu çalışma kaleme alınırken, pek çok kentte, yoğun olarak bu katmanların katıldığı eylemler patladı ve bu kez daha başlarken “Hükümet İstifa, İktidar Halka!” şiarı öne çıktı. Neden? Çünkü bu kesimler, eğer örgütlü bir hareket olmazsa, açların her şeyi yakıp yıkacağını hissediyorlar) Öncülerin bu kesime yönelik temel dersleri, bağımsız devrimci inisiyatifi tahkim eden örgütsel yapıların inşası için yol göstermektir. İleri bir hareket ve inisiyatifi pekiştiren bir örgütlenme, proleter öncünün bu katmana doğrudan hitap edebileceği bir zemin yaratacaktır. Unutmayalım, yakın zamanda da, şimdi de “iktidar halka!” şiarını sahiplenenler, bu katmanın içindekilerdir. Henüz bilmedikleri, iktidarın yolunun nasıl döşeneceği ve bu iktidarla neler yapılması gerektiğidir, politik arayışlarının ana güzergahı bu sorulara cevaptan geçiyor. Konsey tipi örgütlenmelere dayanan devrimci bir iktidarın inşası, ilk elden böyle bir iktidarın alması gereken karar ve önlemler ve böyle bir hedefe ulaşabilmek için gerekli ayaklanmanın teknik sorun ve hazırlıkları vb. konular, hali hazırda bu katman içindekilerin en ilgi çekici konularıdır. Gezi’nin sıcak anıları ve soğuk dersleriyle, belki bir süre, proleter öncünün sözlerine, ikaz ve yol göstermesine kulak asmıyor görüneceklerdir. Yine de kulaklarına kadar ulaşabilen her proleter devrimci şiarı kendi dillerine çevirecek, kendi bağımsız iradelerinin parçası yapacaklardır. Öncünün şimdiden yapacağı böyle bir çalışmanın meyveleri, büyük ihtimalle ancak, genel bir ayaklanmanın patlak verişiyle beraber, gerçek ve somut bir içeriğe kavuşacaktır. (Kasım ayının son haftasında meydana gelen eylemler, böyle bir etkilenme biçiminin işaretleriyle doludur.)
Devrimin en ileri bilinçli katmanlarında bulunan devrimci Kürt halkı, mücadelenin zirve noktalarının tecrübesiyle doludur. O nedenle, bu zirvenin gerisine düşen mücadele biçimi ve araçlarına, köklü sorunlara çözüm umutsuzluğuyla, şevksizliği ve hayal kırıklığıyla yaklaşıyorlar. “Ölü taklidi” yaptıkları yıllar boşa geçip gitmedi. Çelişkinin ana hattını, Kürt halkının yoksul mülksüz kesimleri ele geçirdi. Son yapılan anketler, Kürt halkı içinde en büyük, en yakıcı sorunun %75 çoğunlukla açlık-yoksulluk olduğunu belirledi. Ulusal sorun %14’te kaldı. Yani sınıfsal yön, ezici biçimde ağırlık kazandı. Arayışları, duymak isteyecekleri cevapları, şimdi bu zemin üzerinde bulacaklar. Kafalarında dönüp duran soru ise çok açık: Kobane ve Kent savaşlarındaki eksikler neydi ve neden yalnız bırakıldık? Kendi öncüleri üzerine kafalarında bir dolu soru olsa da, buna ilişkin cevap ve eleştirileri bizden duymaya hevesli ve hazır olmadıklarını göz önünde bulundurmalıyız. Kobane ve Kent savaşlarının eksiklerine değinirken, bu ince buz tabakasına dikkat, çünkü her çalışmayı boşa düşürmeye yeter. Öte yandan, devrimci Kürt halkına, aslında yalnız olmadıklarını, sonuna kadar gitme kararlılığındaki her kitlesel kalkışmanın, artık gelinen aşamada, Fırat’ın batısında da ilgi ve sempatiyle izlendiğini, ama zorluğun politik hedefleri ortaklaştırmakta yaşandığını kavratmak için çaba göstermeliyiz. Şimdi %75’lik orana sahip en yakıcı sorunun, tam da bu yalnızlığı ortadan kaldırmanın güvencesi olacağını; dahası , deneyimledikleri halk inisiyatifi, mahalle komünler vb. ile devrimin geri kalan katmanlarına örnek oluşturduklarını; devrimin temel ihtiyacı olan bu tür örgütlenmeleri canlı ve etkin kıldıkça, halkların birliğini pekiştirmenin mümkün olduğunu kavratmak, kayıp halkanın tamamlayıcısı olacaktır.
Ortalama solun bütün körleştirici, kafa karıştırıcı, oportünist ve uzlaşmacı tedrisatından en çok etkilenen emekçi Alevi kitleler, bu ideolojik çöplüğün ağırlığına rağmen, uzun iç savaş boyunca yaşanan tüm isyan ve ayaklanmalara tereddütsüz katıldılar. Bu atılımcı ruhu onlara veren, her an bir katliam tehdidine hazırlık ve tetikte olmaları kadar, Aleviliğin dünya görüşünün sosyalizmle temas noktalarının fazlalığıdır. Daha durgun geçen dönemlerde ise, arka ceplerinde taşıdıkları ikinci kimliği ortaya çıkarırlar. Alevi emekçi kitlelerle ilişki geliştirirken, aşılması gereken birincil engelin, ortalama sol oportünizmin aşıladığı “mevziler kazanarak devrime gidilir” anlayışı olduğu aşikar. Düşünce alışkanlığına yerleşmiş bu kanaati aştığımız oranda, onların “anayasal güvence, cumhuriyet kazanımları” üzerine boş beklenti ve geri bilinçlerini sarsmayı kolaylaştırabileceğiz. Dinci-faşizmin uzun iktidarı, boş umutlar bağlanan cumhuriyetten geriye ne kaldığını düşündürüyor. 15 Temmuz darbe günlerinde şahit olduk, kana bulanmış elleriyle azgın faşist güruhlar, Alevi emekçi mahallelere yöneldiğinde, bu halk öylesine hızlı bir refleks gösterdi ki, önceden bir hazırlık bulunmazsa bile devrimci bir halkın bir devrim ordusu gibi davranabilecek kapasitede olduğu kanıtlandı. Alevi emekçiler, her an ezilebilecek zayıflıkta olduğu için değil, tersine, faşizmi dize getirebilecek bir mücadele birikimine, örgütlülüğe sahip olduğu için üzerlerinde sürekli bir katliam tehdidi sallanıyor. Gerçeğin bu yüzünü kavratmak, burjuva cumhuriyetin artık gölgesi kalmamış kurumlarına ya da partilerine değil, kendi güç ve mücadelelerine güveni sağlamlaştırmak, propagandanın ana halkalarından biri olmalıdır. Yaşam ilkelerinin sosyalizme yakınlığı yanı sıra, Alevi kitlelerin bu devrimden en ateşli beklentileri, onun bir “intikam saati” olmasıdır. Bu halk, devrimci kahramanlığın fedakarlık dolu öykülerine büyük bir içtenlikle gözyaşı döker, ama dillerinde aynı soru vardır: “Neden hep biz ölüyoruz?” Bu sorunun ardında yatan, yürekteki intikam ateşidir. Zafere dair umut ve işaretler, en çok Alevi emekçileri heyecana boğar. Bugüne dek ortalama sol, Alevilerin bu ileri yönlerine değil, geri yönlerine hitap etti, mağduriyet söylemine kendilerini kaptırdılar, halkın sahip olduğu mücadele kapasitesine güveni pekiştirmek yerine “devrimci öncüye güvenin, o iş bizde” fikrini işlediler. Ve devrimin, sosyalizmin zaferini belirsiz bir geleceğe erteleyerek Alevi emekçileri, sosyal-şovenizmin etkilerine maruz bıraktılar. Karşımızda yüklü bir ideolojik çöp yığını var, ancak hepsini aşacak zihinsel eğilimler yine Alevi kitlelerin bağrında yeşermeyi, sulanmayı bekliyor.
Tüm bu çalışmalardan zaman kalır da, “eski tüfekler”le uğraşmak durumuyla karşılaşırsak, onların yorgun ve umutsuz bakışlarını, örgütlerin güç ve hazırlığına değil, kitlelerin bağrındaki yer altı yangınına çevirmek en doğru yol olurdu. Devrimin en karmaşık sorunlarını çözecek güç ve enerjinin bu yer altı yangınında olgunlaştığını, devrimin bizzat bu kitlelerin eseri olacağını kavratabilirsek, ne ala. Kişisel yetersizliklerini, inançsızlıklarını yüzlerine vurmak, belki içimizi soğutur ama devrimci çalışmanın görevlerini yerine getirmemiş oluruz, fazlası değil. Sabrın ne denli gerekli bir şey olduğunu, eski tüfeklerle uğraşanlar bilir. Kavganın bu aşamasında, zafere bir adım daha yaklaşabilmek için, az çok mücadele deneyimi olan tek tek bireylerin bile nasıl büyük işleve sahip olabileceğini, Gezi’de şahit olduğumuz pek çok hikayeyle onlara anlatabiliriz. Pek çok aktif devrimci, eski tüfeklerle uğraşmayı tümüyle gereksiz sayacaktır; fakat unutmayalım ki onlar, sıradan insanların gözünde, devrimin ayaklı reklam tabelaları gibidirler. Çürümeye, yozlaşmaya ve umutsuzluğa işaret eden her görüntüleri, devrimin aydınlık yüzünde gölgeler yaratır.
Devrimin mücadeleci işçileri üzerine, uzun uzadıya söylenmesi gereken, unutulmaya terk edilmiş bir yan yok. Proleter komünist öncü, yıllardır, bu ileri bilinçli işçilere tam da doğru yerden yaklaştı. Onlara komünizm hedefi, sosyalizm hedefi doğrultusunda bilinç taşıdı. Onlar, geriye kalan tüm karmaşık politik sorunları, bu yüksek idealin aydınlık ışığında yerli yerine koymayı bildiler. Mücadeleci işçiler, kendi sınıf kardeşlerini, yani artçı birlikleri sağlama almak için her tür araç ve yöntemi kullanmayı biliyor, bilmeyenlere hızla kavratıyor, en arkadakini en öne doğru iteliyor, dayanışmayı bir tercih değil zorunluluk ve içten gelen samimiyetle yerine getiriyor, devrimci çalışmanın diğer alanlarına “Bu iş böyle yapılır” dersi veriyorlar. İTK aracılığıyla, tüm burjuva kesimlerden bağımsız kalmayı başarabilen, Marx’ın deyimiyle “gerçek bir hareket” olarak yollarına devam ediyorlar.
Devrimin farklı katmanlarıyla kurulan ilişkileri değerlendirirken, en çok kullandığımız sözcükler, “anlatmak, kavratmak, bilgilendirmek” oldu. Böyle ardı ardına, dümdüz okununca biz öğretmen, onlar öğrenci gibi görünüyor. Böylesi öncülük, kilidi olmayan bir kapıyı tersten zorlamaktır. Henüz devrimci öncüleri tanımayan kitleler söz konusuysa, başlangıçta şu sözcükler çalışma kılavuzumuz olmalı: Dinlemek, bilgilenmek, kavramak, ancak bu adımlar sonrasında, ilkelerimize, ideallerimize, şiarlarımıza açılan patika yolları görmeyi başarabiliriz. Deneyimle sabittir, Yeni Evre’nin devrimlerinde, devrimci kitlelerle ilişkilerini karşılıklı diyaloğa yaslamayan, kabul edilmiş öncülüğe ulaşamaz.
Buraya dek yazılan her şey, olsa olsa, meselenin %10’udur. Geriye kalan %90’ı canlı, yaratıcı azimli, ama en önemlisi, sistemli bir çalışmayla tamamlanacaktır.
Umut Çakır
İlk bölümleri okumak için: I - II - III - IV - V - VI - VII -VIII - IX - X - XI