O akşam kaldığımız yere döndüğümüzde Lugansklı bir gazeteci bizi görmeye geldi. Sohbet etmek istiyordu.
Türkiye'ye gitmiş, İstanbul'da sosyal reformist partilerin önde gideni bir partinin “Genel Sekreteri” ile görüşmüş. Sosyal reformistimiz çok meşgul(!) olduğu için yirmibeş dakika mı neymiş zaman ayırmış ona. Burada süren savaş hakkında sosyal reformistimizin neler söylediğini sorduk, tek kelime etmemişmiş. Bunun yerine RFKP'yi eleştirmiş. Saf gazetecimiz, sosyal reformistin neden iki Halk Cumhuriyeti ve süren savaş konusunda tek kelime etmediğini merak dahi etmemiş; oysa İstanbul'a gidiş nedeni Türkiye “sol” hareketinin sürmekte olan savaşla ilgili görüşlerini öğrenmekmiş.
Gazetecimiz ne kadar saf ise, sosyal reformistimiz de o kadar “kurnaz”. Lugansk'tan gelen bir gazeteciye, verdikleri savaşa karşı olduklarını söyleyecek değil ya... Onun yerine RFKP'yi eleştirmiş. Konuştuğu kişinin neden sürmekte olan savaş hakkında tek kelime etmediğini düşünüp düşünmediğini sorduk; düşünmemiş. RFKP eleştirisini cebine koyup geri göndermiş kurnaz sosyal reformistimiz.
Sabah bizi almaya geldiler. Son günümüzdü; pek çok yeri görmüş, tartışmış, düşüncelerimizi ifade etmiştik. Türkiye'ye çok önem veriyorlardı; bunu hem belli ediyor hem de ifade ediyorlardı. Sadece onlar değil, delegasyonda yer alan diğer ülkelerden yoldaşlar da Türkiye'ye önem veriyorlardı. Delegasyon için basın konferansı örgütlemişler. Kaldığımız yerden doğru oraya; basın konferansının düzenleneceği yere gittik. Yer, daha önce gittiğimiz üniversitenin konferans salonuydu. Üniversite rektörü ve başka yetkililer gelmişlerdi. Yerli tv ve gazetelerin temsilciler de... Oradan Tv yayını için bir stüdyoya gittik. Stüdyo, Sovyetler Birliği döneminden kalmış. Aradan geçen uzun yıllar içinde bakımsız kaldığı belli oluyordu. Ukrayna devleti, 2014 yılına kadar o bölgelere kuruş harcamamış. Bana Türkiye'nin Kürdistan politikasını hatırlattı. 2014 yılından sonra ise, savaş sonucu, daha kötü hale gelmiş her yer. Savaş altında geçen on yıl her şeyi daha da geriye götürmüş.
On yılı sıcak savaş içinde geçen son otuz yıl boyunca hiç yatırım yapılmamasına rağmen stüdyo yine de teknik donanım bakımından fena sayılmazdı. Çekimlerden sonra Lugansk şehrini gezmeye gittik. Komsomol Parkı’na götürdüler bizi. Çok büyük bir parktı. Gençler, çocuklar savaş havasına aldırmadan oynuyor, eğleniyorlardı. Savaş, çocuklara neşelerinden bir şey kaybettirmemişti. Parkta altı tane büst vardı; genç insanlara aitti. Sorduk; “Büyük Anavatan Savaşı”nda kahramanlık gösteren komsomolculara aitmiş büstler. Bir kez daha Lugansk işçi ve emekçilerinin SSCB ruhunu, değerlerini, özlemini tüm canlılığıyla yaşattığına tanık olduk.
O gün öğleden sonra, bizimle ilgilenen ekip dışında kalan Lugansklı yoldaşlarla vedalaşıp şehirden ayrıldık. Geri dönüş başlamıştı. Rusya sınırına varmamız için iki saatten fazla sürecek bir yolculuğa başladık. Her tarafı bitki örtüsüyle kaplı, geniş ve neredeyse dümdüz diyebileceğimiz topraklar, ağaçların arasında kaybolmuş evler, savaşın kanıtı gibi duran bombalanmış yerler... Kontrol noktaları giderek seyrekleşiyordu. Sınıra vardığımızda Lugansk Halk Cumhuriyeti'nden Rusya'ya geçmek için bekleyen kalabalık bir araç konvoyu gördük. Sınırdaki sıkı bir kontrolden dolayı geçiş oldukça yavaştı.
Sınırdan bir süre sonra bir kasabaya vardık. Lugansk'a gidişte otobüsten indiğimiz kasabaydı. Bizi getiren yoldaşlarla vedalaşıp ayrıldık.
On üç saat süren gece yolculuğu başladı. Yan tarafımda oturan bir yolcu, bir okuduğum kitaba, bir bana bakıp duruyordu. Türkçe kitap okuyup yanımdaki yoldaşla başka dilden konuşunca dikkatini çekmiş. Sonra dayanamayıp sordu: “Türkiye'den mi geliyorsun?” Bu gibi durumlardan kısa bir yanıttan sonra hemen karşı sorulara başlamak gerekiyor. Öyle yaptım: “Sen nereden geliyorsun” Kırgızistan'dan buralara göçmüş on beş yıl önce. İş durumlarını, ayrımcılık yapılıp yapılmadığını, baskı altında olup olmadıklarını, işçi ücretlerini vb sordum.
“Ne baskısı” dedi, “sana iş veriyorlar, ücretini veriyorlar; ücret de fena değil, çalışsana kardeşim, ne gidip hırsızlık yapıyorsun, sağa sola saldırıyorsun, kadınları taciz ediyorsun” vb vb sayıp dökmeye başladı. Meğerse kendi hemşerilerine öfkeliymiş. Onun için bir dokununca hemen dökülüp saçılıyor. Ortalama işçi ücretlerini sordum. “Bak” dedi, “ben şimdi 15 günlüğüne bir inşaatta çalışmaya gidiyorum, inşaatta kontrol işçisi olarak çalışıyorum. On beş günün sonunda otuzyedi bin ruble alıp döneceğim. Ortalama işçi ücreti yetmiş-yetmişbeş bin ruble” Türkçesi fena değildi. En azından Azerilerin Türkçesinden daha iyi, daha anlaşılırdı. Bu ücretin bir işçi ailesinin geçimi için yetip yetmediğini sordum. “Yeter” dedi. “Bizimkiler -Kırgızistan vatandaşlarını kastediyor- burada çalışıp Kırgızistan'daki ailelerine para gönderiyor, orada ev yaptırıyorlar, ailelerine yardım ediyorlar” dedi. Ayrımcılığa uğrayıp uğramadıklarını sordum, çekine çekine. Bir daha parladı; “ne ayrımcılığı dedi, ayrımcılık zaten yasak burada”. Sohbetimiz Rusya'nın koşulları üzerine böyle sürüp gitti.
On üç saatlik yolculuktan sonra, sabahın erken saatlerinde otobüs getirip bizi ilk başlangıç noktasına bıraktı. Bir kez daha Nazım'ın şehrindeydik. Burjuvazinin bu şehri bizden alması geçici bir durumdu; geri alacağımızdan en ufak bir şüphe yok. Burjuvaların “bayram” havası çoktandır yerini korku ve endişeye bırakmış.
Korku ve endişenin kaynağı, Rusya Federasyonu halklarının kalbinden, bilincinden, özleminden, kültür ve edebiyatından bir türlü sökülüp atılamayan sosyalizm tutkusu, isteği idi. Bunun aynı zamanda emperyalistlerin temel korku ve endişe kaynağı olduğunu da biliyoruz artık. Donbass halklarının faşizme ve emperyalizme karşı ayaklanmasının iki Halk Cumhuriyeti'nin; Lugansk ve Donetsk Halk Cumhuriyetleri'nin ilanıyla taçlanması; bu zaferin baskısı ve emperyalist kuşatmanın Rusya'daki iktidarı, emperyalistlerle uzlaşma, “barış içinde bir arada yaşama” çabalarına rağmen savaşa girmek zorunda bırakması tarihte yeni bir dönüm noktası oluşturdu.
1830'lardaki Fransa/Lyon ayaklanmasının startını verdiği proletarya ile burjuvazi arasındaki çetin sınıf savaşı, burjuvaziyle her türlü uzlaşma, toplumsal barış, “barış içinde bir arada yaşama” hayallerini tarihin çöplüğüne atarak, sosyalizmin kesin zaferine kadar durmadan devam edecek. Sovyet topraklarında kısa süreliğine geri çekilen proleter devrim, şimdi güç toplamış biçimde yeniden öne atılmanın hazırlığı içinde. Rusya halkları, çok küçük bir parantezden sonra, bir kez daha sosyalizme doğru yürümeye başlamışlar.
Tanık olduğumuz olgu buydu.
Yazı dizisinin birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümleri okumak için tıklayınız