Her uzlaşma girişimi, her orta yolu bulma çabası, anlamı müphem her barış çağrısı, burjuva muhalefetle kurulan her ittifak gelinen aşamada karşıtını kabullenmenin bir yolu, yöntemi, türevidir. Bunu yaparken seçilen sözcükler, ne kadar süslü ya da ajitatif olursa olsun; vurgu hangi heceye yapılırsa yapılsın, bunu yapmaktaki amaç istediği kadar iyi niyetli olsun yine de gerçek değişmez.
Çünkü kapitalizmin her türevi aslı gibidir; sömürü altında acı çeken milyonlar, kan, katliam, gözyaşı ve mahvedilmiş bir dünya... Ara yolların, uzlaşma girişimlerinin, burjuva muhalefetle ittifakların tamamı, sınıflar savaşının acımasız ve keskin arenasında başarısızlığa mahkumdur. Çünkü bu arena da yeninin, güzel olanın, gerçek barışın, özgür yarının, yani marksizmin, “hükümsüzdür” mührüyle damgalanmıştır.
İnsanlığın bugün karşı karşıya olduğu sorunlar, çok büyük ve korkunç. Fakat buna rağmen küçük-burjuva siyasal hareketlerin çözüm önerisi; “daha adil bir dünya” (!) gibi sınıf uzlaşmacılığını temel alan politikalar oluyor. Oysa bugün “daha adili”, yani daha az adil olmayanı değil, yepyeni bir dünya kurmak gerekiyor. Bir yanda dünya ve insanlık mahvolurken, diğer yanda reformistler, iflah olmaz bir tutumla, habire “yeni çözüm” yolları öneriyorlar. Üstelik bunu tüm sorunların kaynağının kapitalizm olduğunu bile bile, hatta bunu unutturmak istercesine yapıyorlar. Fakat boşuna, kimsenin bu numaraya kanacağı yok. Burjuvaziyle kurulan her politik temas; onun bütün yaptıklarını onaylamaktan başka bir şey değildir.
Aslolan asla unutulmamalıdır! Emek sömürüsüne dayalı kapitalist sistemin değişmez özelliği; karşıt sınıfların savaşı, kapitalizmi yok edecek olgunun da kendisidir. Bundan dolayı da hedeflenmesi gereken, sınıf uzlaşmacılığı değil, sınıf savaşını kazanmaktır. Çünkü, ancak ve ancak, sınıf savaşının kazanılması kapitalizmi yerle yeksan edebilir ve böylece insanın insan tarafından sömürülmesini ortadan kaldırmakla kalmaz, artık elzem hale gelen; bir bütün olarak, dünyanın asalak burjuvaziden kurtarılmasını sağlar.
Politik çözümleme yaparken veri olarak, emekçilerin isyanını ve bu isyanın onlarca biçimini değil de faşist partilerin aldığı oy oranını ya da burjuvazinin askeri teknik kapasitesini almak, kişiyi yanlış sonuçlara götürür. Ortalama sol; bunu çok sık yapmakta, çok sık olarak; “burjuvazinin yönetebildiğinden”, “burjuvazinin çok güçlü” olduğundan vb bahsedebiliyor. Oysa büyütülen bu askeri teknik kapasite başlı başına bir zayıflığın, bir yönetememenin göstergesidir. Tahlil yöntemindeki yanlışlık, marksist ilkelere bağlılığın son derece zayıf olması; onları, bağımsız bir sınıf politikası sürdüreceğine, uzlaşmacılığa burjuva muhalefetle işbirliğine götürüyor. İktidarın devrimci fethi yerine; “faşizm, geriletme”(?) gibi kendilerine olan inançsızlıktan ve sınıfsal karakterlerinden kaynaklı pasifist, pragmatist politikalar, sadece kafa karışıklığına yol açmıyor aynı zamanda, örtülü olarak faşizmi de kabul edilebilir kılmaya hizmet ediyor.
Her fırsatta, kollarını iki yana açarak; burjuva muhalefetle kucaklaşmaya koşanlar, bu amaca henüz ulaşamamışsa bunun yegane nedeni burjuva muhalefetin, kendi ilkelerine, ortalamadan daha sadık olmasıdır. Burjuva muhalefete karşı sürdürülen bu sonsuz hoşgörü, onun her hareketine her saldırgan ve faşist tavrına, sözüne karşı takınılan bu derviş sabrı; düşmanımın düşmanı dostumdur!” yaklaşımından kaynaklanıyor. Böyle bir faydacı yaklaşımın varlığı inkar edilemez; ancak ne bizde ne de dünyanın tamamında, proletaryanın “düşmanımın düşmanı dostumdur!” deme şansı yoktur. Çünkü burjuvazi bir bütün olarak, tüm varyasyonlarıyla kendi iç çelişkileri ne olursa olsun, emekçilerin düşmanıdır. İşte bu gerçek tüm pragmatist yaklaşımların başarısızlığının esas nedenidir. Nihai kapışma çoktan başladı, “sistemin içine sızma ve buradan muhalefet etme” düşüncesi bir başarı değil tersine özenle hazırlanan bir tuzağa düşmekten başka bir şey değil. Burjuvazi bilerek aralık bıraktığı arka kapıdan geçilmesine izin veriyor; çünkü bu yolla emekçileri içeri çekerek onları ve onların isyanını sistemin çarkları arasında öğütmeyi amaçlıyor. İşte davul zurnayla kutlanan şey de budur. O halde emekçiler burjuvazinin surlarından içeri sızmayı değil onları yıkıp geçmek yani kendine “yeni bir yol açmak” zorunda.
Hepsi bu da değil. Yanlış verilerden çıkarılan yanlış sonuçlar dillerine de yansıyor. Örneğin; burjuvazinin askeri teknik kapasitesinin artışını “devrimin güçsüz oluşuna” bağlayabiliyor ve karamsarlık saçabiliyorlar. Sormak lazım, madem devrim güçsüz, burjuvazi budala mı bunca askeri, polisi çeteciyi, boşuna besliyor? Burjuvazi, asalaktır, katildir, insan ve doğa düşmanıdır, ama asla ve asla budala değildir. Hayır devrim güçlüdür ve zayıf olan emekçi saflara karamsarlık bombalayan ortalama soldur, küçük burjuva ideolojileridir. Fakat herkes kullandığı dilden sorumludur. Karamsarlık ve küçük-burjuvaca memnuniyetsizlik dönem dönem demoralizasyona yol açabiliyor. Bu da şaşırtıcı değil, çünkü korkunun kelimeleri korkuyu büyütür, ancak cesaretin sözcükleri de cesareti. Yapılması gereken yüksek bir bilinç ve motivasyonla, cesaretin kesin sözleriyle daha ileri, daha güçlü adımlar atmaktır. Unutulmamalı ki, silahların en güçlüsü cesarettir ve böyle de kalacaktır.
Daha çok cesaretin sözleriyle, daha da ileri atılmanın cüretiyle; bininci kez bile olmadığında binbirinci kez deneyecek kadar inançlı ve inatçı olmanın coşkusuyla marksizmin asrı aşan birikimiyle, tükenmeyen devrimci gençliğimizle şimdi her zamankinden çok daha ileriye yönelmenin zamanı.
Ya köhne gemileri batıran Deniz’in kızıl dalgası ya da kanlı deryalarda batmayan bir kızıl gemi, denmişti elli yıl önce...
Şimdi bu kıyıları döven o Deniz’in kızıl dalgaları arşa değecek kadar yükseltilecek. Ve şimdi açık denizlerin batmayan kızıl gemisi ufkun ötesine varacak, korkmadan!.. Bizim de genç ömrümüz bu gemide bir tayfa olabilmenin mütevazi onurundan ibaret kalacaktır.
Kenan Kızıl