Kanal İstanbul, politik tartışmaların gündemini işgal ediyor. Her önemli politik gündemde olduğu üzere partiler, bağlı oldukları sınıf çıkarlarını gözeten ya da bunu ifşa eden bir hatta ilerliyorlar.
Esasta bu projenin bir iç savaş düzenlemesi olduğuna dair bakış açısını dile getirmiştik. Buna karşılık, tekelci sermayenin gerici muhalefet partisi CHP, İmamoğlu’nun ağzından çıkan “Ya Kanal Ya İstanbul” sözünü sloganlaştırdı. Beklendiği üzere, sefil reformizm ve uzlaşmacı sol partiler bu hoş tınılı sloganı hemen sahiplendiler. Oysa bu slogan devrimci bir krizin ve uzun iç savaşın sınıfları arası politik sınır çizgisini belirlediği bir dönemde, meseleyi yerelleştirip belediyeleştirerek, genel politik bağlamdan koparma amacına hizmet ediyor. Dahası, CHP ve kuyrukçusu uzlaşmacılar, “Zaten projeyi yapacak paraları yok, yalnızca kendi tabanlarını konsolide etme peşindeler” propagandasıyla, ısınma turlarını başlatan çatışmayı pasifize etme uğraşına giriştiler.
Tekelci muhalefet partisinin, şimdilik rant hesaplarını bir kenara koymasında ve yıkım projesinin yarattığı öfkeyi absorbe etme çabasını yoğunlaştırmasında bizi şaşırtan bir yan yok. CHP, muhalefet konumunda kaldığı sürece, tekelci sermayenin sınıf çıkarlarını “devrimi pasifize” ederek savunmayı sürdürecektir. Ancak koşullar uygun olduğunda nasıl rantçı, rüşvetçi kesilebildiklerini görmek isteyenler, 90’lı yıllardaki İSKİ skandalına veya şu günlerde patlak veren Mansur Yavaş, Sinan Aygün ifşaatlarına bakabilirler.
Bir iç savaş projesi olan Kanal İstanbul’un bu kentteki en yoğun emekçi ve yoksul kitleleri barındıran semtlere yönelttiği yıkım tehdidi, devrimci proletaryaya keskin bir kavganın önünü açıp önderlik etme fırsatı sunuyor. Ancak, devrimci iktidarın fethini hedefleyen bir parti doğrudan milyonları da kapsasa, yerel bir sorunun kendiliğinden genel bir bahane biçimine bürünüp genel bir ayaklanmaya dönüşümünü kendi haline bırakamaz. Bunun için yereli aşan daha genel bir politik çerçeve, buna uygun amaç ve şiarlar kitlelere benimsetilmelidir.
Bu noktada, propagandayı güçlendirmek ve onu yapıcı-pozitif ögelerle tamamlamak için projenin bir iç savaş düzenlemesi olduğu gerçeğine ek olarak, amaç ve hedefleri dolaysız saptamaya yarayan, bu sayede girilecek mücadelede dost ve düşmanı birbirinden kesin biçimde ayıracak gücü bulunan bir yaklaşım sergilemek en doğrusudur. Bu yaklaşım, en özlü biçimde şöyle formüle edilebilir: Varolan kaynakları kamulaştırmak ve bir halk iktidarı yönetiminde emekçilerin yepyeni bir toplum kurmaları doğrultusunda kullanmak. İşin gerçeği, Kanal İstanbul sorunuyla yakından ilgilenen geniş bir emekçi kesim, daha şimdiden bu projeyi, bu çerçeve içinde masaya yatırıyor. Emekçiler, derin bir sezgiyle kavradıkları bu bakış açısını, çoğu zaman dikkat çekmeyen yalınlıkta tek bir kelime ile zaten özetliyor: “İsraf” (*)
Tartışmanın bu boyutu, kriz içinde yarı aç ve tümüyle umutsuz bir toplumda, ciddi patlamalara neden olur, hatta öyle ki dinci faşizmin en safdil destekçilerinde bile öfke ve homurdanmalara rastlamak şaşırtıcı olmuyor. İki örnek bu safdil tabandaki kaynaşmanın tüm boyutlarını ifade etmeye yeter. Birincisi, Ziraat Bankası’nın Simit Sarayı’na yüzmilyonlarca lira aktardığı duyulunca, kopan fırtına dinci faşist basında bile ufak çaplı bir infiale yol açmıştı. RTE, alelacele bu adımı engellemek zorunda kaldı. Ve diğer örnek, “15 Temmuz Aileleri” için toplanan 350 milyon liraya hükümet el koyunca dinci faşizmin iki kere rafine destekçileri bile öfkeyle ayağa kalktılar. Kangrenin vücudun tamamına yayıldığını gösteren örneklerdir bunlar.
Kanal İstanbul için gerekli kredinin bulunup bulunmayacağı şimdilik belirsiz. Yine de dinci faşist iktidarın bu krediyi bulabilmek için akla gelen her kapıyı çalacağına şüphe yok. Çünkü son yıllarda krizin tıkadığı tüm damarlar, giderek yıkım ve israf çapı büyüyen irrasyonel “Çılgın Projeler”le açılabildi. Bu eğilim hem yaygınlaşıyor hem de her seferinde çapını daha da büyütmek zorunda kalıyor. 3. Havalimanı inşasında bugüne dek 10 milyar Euro harcandı. Bu işte kullanılan iş makineleri, araçlar, bu yoldan elde edilen çimento, demir üretimindeki ölçek, kısacası muazzam ölçülerdeki üretim kapasitesi, öyle eskisi gibi “İnşaat bitti haydi paydos” denebilecek türden değil. Ulaşılan bu üretim ve organizasyon kapasitesi ancak daha “Çılgın” bir başka proje ile ayakta tutulabilir. Yoksa boğazlarına dek borç içinde yüzen bu büyük tekeller cehennemin dibini boylayacak ve kendileriyle birlikte tüm bankalar, tüm sanayiyi arkalarından sürükleyecekler.
Kanal yapımı için gerekli paranın en az 150-200 milyar lira olduğu hesap ediliyor. Miktarın dudak uçuklatan çapı, asıl olarak bu tartışmayı “Kaynakların kamulaştırılması” çerçevesine doğru taşımakta. Doğrusu yüzbinlerle sayılabilecek İstanbullu, daha çok çevresel duyarlılık için, birkaç milyon semt sakini başlarına gelecek yıkım için endişe duyuyor. Ama, projenin dudak uçuklatan masrafı, çok daha geniş kalabalıkları tartışmanın odağına taşımaya yetiyor. İşsizliğin 8 milyonu aştığı, gençliğin umutsuzlukla intihara meylettiği böylesine yıkıcı bir kriz ortamında, meseleyi salt çevre duyarlılığı veya o bölgede yaşayanların barınma hakkı düzeyinde ele almak, çok önemli bir fırsatı kaçırmak olacaktır.
(*) Gerçek şu ki, kapitalizmin kendisi her an israf üretir. Kriz zamanlarında bu temeldeki gizli gerçek, çapı büyüyen israf sayesinde en geniş yığınlarca görünür hale gelir. Kriz bir yana bütün o boş kalan dev stadyumlar, dağ başına kurulan şehir hastaneleri, akıldışı 3. Havalimanları vs. bir yana normal zamanlarda da bu sistemin yol açtığı israfa tek bir örnek yeter: Otomobil üretimi. Büyük kentlerde çoğu insan güya işlerine ve evlerine daha hızlı ulaşabilmek adına binek otomobil için yıllar boyu taksit ödüyor. Sonuç, İstanbul’da her sürücünün trafikte kaybettiği günlük zaman 3 saat. Yine de her yıl fazladan bir milyon araç daha satabilmek için, korkunç ölçüde kaynak israf ediliyor. Bir diğer örnek elektrik üretimine dair. Bir holding patronu yakınıyor: “İki ay öncesine kadar beş üniteden biri çalışıyordu. Kredilerin bolluğu itti bizi bu işe, aldık kredileri yatırdık, ama şimdi fazlalık var ve bu ne zaman erir?”
Umut Çakır