Geçmişe bakınca, ABD’de sınıf mücadelesinin bir çok kez iç savaş eşiğine kadar geldiğini görebiliyoruz. 1929 buhranında işsiz milyonların Washington’a yürüyüşlerinin ordu tarafından kanla bastırılması, 1960’larda Vietnam Savaşı’na karşı ve Martin Luther King’in öldürülmesine karşı günler süren şiddet olayları, silahlı Kara Panterler Örgütünün çok geniş bir sempati toplaması, ya da 1992’de Los Angeles’ı iki hafta süreyle yangın yerine çeviren ve ancak ordunun bastırabildiği siyah isyan. Ama hiçbiri, birkaç günde 150 kente yayılmadı, Ulusal Muhafızlar 100 kentte sokağa inmedi, 25 kentte sokağa çıkma yasağı ilan edilmedi. Bütün bunların gerçekleşmesi ve iç savaşın görünür hale gelmesi için, ABD hegemonyasındaki çöküşün herkesin kabul ettiği bir gerçeklik düzeyine varması gerekti.
ABD’nin dünya hegemonyası, ABD’li emekçi sınıfların ayaklarına ve kafalarına türlü çeşit prangalar takmıştı. Emperyalist sömürüden elde edilmiş artı-karlardan nasiplenen işçi aristokrasisi bir yana, bu da önemlidir elbette, ama dünya egemenliği sürdükçe, emekçiler, karşılarındaki gücün yenilmezliği üzerine önyargılarını pekiştirdiler. Çok daha etkili bir başka önyargı ise, sorunlar ne denli yakıcı olursa olsun, düzen içi uzlaşmayı mümkün kılan servet ve bolluğun garanti altında görünmesiydi. Bu türden önyargılar, emekçi sınıflarda, sefaletin uzun maratonunda nefessiz kalmış yığınlarda bir kez yıkılmaya görsün, artık umutsuzluğu boş beklentilerle sarıp sarmalayan ve öfkeyi çürüten iklim hızla dağılır.
İç savaşı taşıyan bir başka faktör, yönetici tabakalar arasında uç veren çatlaklardır. Siyasi krizin eşlik etmediği bir iç savaş, kalıcı bir olgu haline gelemez. Yukarıdakilerin kavgası, birbirlerine savurdukları skandal suçlamalar, en geri bilinçli yığınlarda bile öfkeli kabartılara yol açar. Apaçık bir faşist propagandayla iktidara gelen Trump “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” sloganını kullanmıştı. Financial Times yazarı Gideon Rachman şöyle karşılık verdi: “Trump ABD’yi yeniden korkunç yapıyor.” Daha çarpıcı bir başlık, yine aynı gazetenin baş yazarı Martin Wolf’tan geldi: “Büyük Depresyon'dan bu yana koronavirüs en kötü ekonomik kriz olabilir”. Tehlikeyi fark edenler, alarm zillerini pandemi öncesi çalmaya başlamıştı.
Amerikan “müesses nizam” sözcülerinin sosyalizm kadar faşizmi de bir tehlike olarak görmelerinin bir nedeni var. Vurgulamak gerekir ki faşizm ABD için bir “tehlike” değil, iktidarını oluşturmuş bir olgudur. Eğer bir tehlikeden söz ediliyorsa, bunu açıklamak gerekir: 400 milyon silahla ABD halkı, faşizmin açık terörizmini yine silahlı biçimlerde karşılayabilecek potansiyele sahiptir. Mali-oligarşinin aklı başında sözcüleri, tehlikeyi burada görüyorlar.
Bu gerçek bir yana, yakın zamana dek ABD iç siyaset arenası “aşırı-sağ ve aşırı-solu” dıştalayan bir gericilik derecesinde yürütülüyordu. Dengeyi yaratan, iç savaş potansiyelidir. Başkanlık seçimlerine damgasını vuranlar, ne petrol rantlarıyla “enseleri kızarmış” Teksaslı faşistlerdir, ne de New York’un sanat galerisi gezginleri solcuları... Seçim sonuçları, nüfusun en yoğun olduğu Orta-Batı eyaletlerinde bekleniyordu. Sanayi ve tarımın iç içe geçtiği Orta-Batı, konformist alışkanlıkları ve kendi gettoları içinde yaşayıp giden, dünya ve hatta ülke olaylarıyla pek az ilgilenen, yalnızca kendi yerel haber kanallarını izleyen, Marx’ın “bir çuval patatesten ibaret” diyebileceği insanlara ev sahipliği yapıyordu. Adına “muhafazakarlık” denen gericiliğin bu engin ve dingin toprakları, işe bakın ki, şimdiki ayaklanmayı ateşleyen merkez oldu. Böylece, Amerikan “müesses nizamı” kendini meşrulaştıran çok önemli bir kitlesel uysallıktan, uyuşukluktan mahrum kalmış buldu kendini.