II
ABD hegemonyasının çöküşünü kabul etmek neden bu kadar uzun sürdü? Cevabı basit. Çünkü, halen daha dünyanın en büyük ekonomisine sahip (Gerçi, Çin, 2018’den bu yana satın alma gücü paritesi üzerinden, ABD’yi sollamıştı); dev tekel ve bankaların inanılmaz servet birikimleri var. Ayrıca dolar, halen daha dünyanın baskın rezerv parası (dünyadaki merkez bankalarının ellerinde tuttukları döviz rezervinin %62’si ABD doları, %21’i Euro, sadece %1,2’si Yuan’dan oluşuyor). Yıllık 750 milyar dolar askeri harcamayla, en yakın rakibinin üç kat önünde. Dijital çağın teknolojisine yön veren şirket ve markalara sahip.
Rakamlar art arda dizilince, insan “bu nasıl bir çöküş?” diye sorabilir. Dikkat edilmesi gereken nokta, emperyalist-kapitalist dünya için hegemonyanın, mali veya askeri ya da teknik üstünlükten daha fazlasını gerektirdiğidir. Hegemonya, dünya çapında kapitalist sistemin geleceğini garantiye alma kapasitesine sahip olabilmektir. ABD’nin kaybettiği bu güven ve kapasitedir. Kaybın nasıl adım adım geliştiğini göreceğiz. Fakat önce bir hatırlatma yapmakta fayda var.
Bir önceki hegemon emperyalist İngiltere’nin çöküşü de uzun sürmüştü; kabaca I.Paylaşım Savaşı döneminde başladı bu çöküş ve ancak II. Paylaşım savaşı sonrası her alanda resmiyet kazandı. İngiltere’ye özgü çöküşün simgesel anına dair farklı görüşler öne sürülebilir. Örneğin, bir İngiliz diplomat, 1946’da Yunanistan iç savaşında komünist partizanlarla baş edemeyen İngiltere ABD’yi yardıma çağırdığında, “Büyük Britanya imparatorluğu dünya liderliğini bir saat içinde Birleşik Devletlere bıraktı” diyor. (Bkz. ABD Halkları Tarihi, Howard Zinn). Bir başka simgesel an, 1946’da Süveyş Kanalını işgale giden kocaman İngiliz ve Fransız donanmasını, kanal önünde tek bir ABD savaş gemisinin geri döndürmesiyle yaşanmıştı. (Tarihin ironisi. Aynı şeyi bu kez 2016’da küçük bir Rus gemisi, Suriye açıklarında ABD ve İngiltere donanmasını durdurarak yapacaktı.) Daha ayakları yere basan bir bakışla, çöküşün resmiyet kazanma anını, 1946’da Bretton Woods anlaşması imzalandığında yakalarız. Bretton Woods, ABD dolarını dünyanın rezerv parası ilan ediyordu.
Bu türden simgesel anlardan çok önce bile İngiltere, ekonomik büyüklük yönünden ABD’nin gerisinde kalmıştı. Yine de İngiltere, 1913’te geriye düşmüş olsa bile, Ortadoğu’daki, Hindistan ve uzak Asya limanlarına hakimiyeti ile, Süveyş kanalının kontrolü yoluyla, dünyanın önde gelen diplomatik, mali ve askeri gücü olmayı sürdürüyordu. Çöküş döneminde bile, teknolojik atılımların mimarıydı. Televizyon, radar teknolojisi ve gaz tribünlü motorlar, krallık adasından dünyaya yayıldı. ABD’nin katılmadığı Milletler Cemiyeti’ne liderlik yapıyordu. Art arda sıralanmış, ABD’dekine benzer parlak rakamları zikretmek işten bile değil. Buna rağmen, İngiliz hegemonyasında aksamaya başlayan pek çok şey vardı; hepsi üst üste bindi. Ne 1929 Büyük Bunalımından çıkışa önderlik edebildi, ne de büyük sömürgelerinde patlak veren ayaklanmaların önüne geçebildi. Nazi Almanyası’ndan yükselen tehditlere karşı en yakın müttefiklerini dahi koruyamadı; Hitlerin savaş öncesi Avusturya ve Çekoslovakya’yı işgalini boş gözlerle izlemek zorunda kaldı. Parlak ışıkların ardına gizlenen çöküşse, adım adım ilerledi.
ABD’nin uzun süren çöküşünü gözlerden saklamakta, sol-sosyalist çevrelerin çoğunluğunu esir alan darkafalılığın etkisi görmezden gelinemez. Çünkü ABD söz konusu olduğunda, tüm dünyada gözler sol-sosyalist çevrelerin ne dediğine çevrilir. Zamanında Marx’ı usandırıp “Ben Marksist değilim” diye isyan ettirecek ölçüde yüzeysel, kaba bir anlayışa sahip bu çevreler, çöküşün dinamiklerini ABD’nin dışında arayıp durdular. Bu kaba kavrayışa göre, ABD ancak, sömürgelerinde ve bağımlı ülkelerde gelişecek devrimler yoluyla abluka altına alınabilir, hegemonyasını ancak bu yolla kaybedebilirdi. Eğer ABD çökecekse, bir devrimci kitle hareketiyle sarsılacaksa, bunun yolu, sadece “3. Dünya Devrimleri”nden geçebilirdi.
Tüm dünya solunda, ama özellikle emperyalist ülkelerdeki Marksist parti ve çevrelerini etkisi altına alan “3. Dünyacılık”, Lenin’in geliştirdiği “emperyalizmin en zayıf halkası” tezinden yola çıkmıştı. Fakat bu tezi öylesine tek yanlı kavramışlardı ki, sırf bu dar kafalılık yüzünden, tam bir yüzyıl boyunca emperyalist merkezlerin Marksist partileri, bir kez olsun “iktidarın fethi”ni olanaklı gören bir taktik ve hareket öne süremediler. Onlar, Lenin’in tümüyle doğru tezini şu kaba biçime büründürdüler: Emperyalist ülkeler, sömürge ve bağımlı kapitalist ülkelerden elde ettikleri aşırı karlar sayesinde, kendilerini içeride sınıf savaşımlarına karşı güvenceye almışlardır; proletaryanın bir kısmını satın almışlar, devasa büyüklükte ordular beslemişler, emekçileri uyuşturacak muazzam olanaklara kavuşmuşlardır. Öyleyse, onları bu olanaklardan yoksun bırakacak gelişme, emperyalizmin zayıf halkalarından dünyanın kırlarından, yani sömürge ve bağımlı ülkelerden yükselecektir.
3. Dünyacılığın en etkili olduğu yıllar, 1960’lardır, yirminci yüzyılda “kapitalizmin altın çağı” diye söylenen yıllar. O yıllarda, SSCB ve sosyalist sistemin ideolojik etkisi, emperyalist merkezlere sızmasın diye, işçi ve emekçilerin büyük kavgalar sonucu öne çıkardığı talepler, daha kolay kabul görüyordu, bu yüzden ücretler sürekli yükseliyordu. (Hemen belirtelim, tek etken, sosyalist sistemin varlığı değildir. Emek-gücünün fiyatlarındaki dalgalanmaları belirleyen, kapitalizme özgü nüfus yasası ile, sermayenin birikim yasalarıdır. Burada detaya girmeden, Marx’ın bu yasaları, Kapital’in 25. bölümünde ayrıntılı biçimde ortaya koyduğunu belirtmekle yetinelim). Emperyalist merkezlerde işçiler pek çok sosyal hakkı elde edebilmişti. Bazı ülkeler, bütçenin %60’ını bu türden refah harcamalarına ayırıyordu. Amerikan işçi sınıfı bu altın çağın sefasını sürenlerin başında geliyordu. Fabrikada çalışmaya yeni başlayan bir işçi, en çok on yıl içinde, bir araba ve ev sahibi olacağını hesaba katabilirdi. 3. Dünyacılığın Amerikan sol-sosyalist çevrelerde tutması ve tüm dünyaya buradan yayılması, bu açıdan bir tesadüf sayılamaz.
Gerçekte, işçi sınıfına bahşedilmeyen, büyük ve zorlu savaşımlarla elde ettiği bu kazanımların damga vurduğu ve geçici olduğu çok açık bir dönemi “mutlak” sayıp teorik düzeye yükselten 3. Dünyacılık, şu basit ama önemli gerçekliği bir yana koyuyordu. En güçlü emperyalist merkezler de kapitalizmin iç çelişkilerinden, onu bunalıma taşıyan birikim yasalarından muaf değildir. Lenin bu gerçeği çok iyi kavramış ve kavratmaya çalışmıştı. 1915’te kaleme aldığı Emperyalizm çalışmasında, sömürge karlarıyla proletaryanın ne ölçüde yozlaşabileceğini, o zamanın hegemonya gücü İngiltere örneğiyle anlatmıştı. Fakat, çok değil, 1921’de, Sol Komünizm broşüründe, devrimcilere bir hükümeti hızla yıkma olanağı sağlayan koşulları sıralıyor ve şöyle diyordu: “İngiltere’de (...) başarılı bir proleter devrim için iki koşul da apaçık olgunlaşmaktadır.” Yani Lenin’e göre, emperyalist dünyanın en güçlü ülkesi bile, bir anda “emperyalizmin en zayıf halkası” haline gelebilirdi.
Eğer teoride meydan tümüyle 3. Dünyacılara kalmış olsaydı, bugün bile emperyalist merkezlerde bir devrimci kitle hareketinin sözünü etmemek gerekirdi. Oysa zaman, bu teorinin yanlışlığını kanıtladı. 60’lı yıllardan yüzlerce kat daha fazla bağımlı ülkelerden sağılan artı-karlar, ABD işçi sınıfının aristokrat karakterini geliştirmedi, aksine geriletti. Birazdan, muazzam sömürüye rağmen, ABD ekonomisinin, alt yapısının, toplumun ve işçi sınıfının nasıl çöktüğünü ve sınıf mücadelesinin bu iç savaş düzeyine nasıl yükseldiğini göreceğiz.